90 ların YÜKSELİŞİ

90 ların YÜKSELİŞİ



90’ların Yükselişi                                              

1993 yılında, ABD Başkanı'nın atadığı, 3 kişilik Beyaz Saray Ekonomik Danışmanlar Konseyi'nin üyesi, sonradan Başkanı olan; 1997 yılında Dünya Bankası’nda Baş ekonomist ve Başkan Yardımcısı olarak çalışan, 2001 Nobel ekonomi ödülü sahibi Joseph E. Stiglitz, günümüzde Küreselleşme sürecinin en önemli tanıklarındandır. Yaşadığı tecrübeleri "Küreselleşme-Büyük Hayal Kırıklığı" adlı kitapta toplayan Stiglitz, IMF politikalarının başarısızlıklarını sıralarken, en başta ekonomiyi yeniden yapılandırma çalışmalarının bir kalkınma hamlesi olduğunun göz ardı edilerek; önerilerin bir plan olmadan, öncelik sıralaması yapılmadan süratle uygulamaya konulmuş olmasını eleştiriyor.

 

-----------ooo000ooo-----------

 

Petrol krizinin ardından başlayan arayışlar sonucunda dünya, "Yeni Ekonomi" ile tanıştı. Yeni ekonomi, telekomünikasyon teknolojisinin sağladığı avantajlara dayalı olarak bütün ülkeleri birbirine bağlıyor, birbirlerine daha fazla bağımlı hale getiriyordu. Daha sonra "Küreselleşme" adı verilecek olan bu hareketle, ticaretin serbestleştirilmesiyle; Gelişmiş, Az Gelişmiş, Gelişmemiş tüm ülkelerin zenginleşeceği düşünülüyordu. 90’lı yıllar; barış, büyüme, açlığı ve yoksulluğu kaldırıp refahı getireceği umuduyla, bütün dünyanın Küreselleşme hareketini heyecanla karşıladığı yıllar oldu. Üretim, petrol krizleri nedeniyle yaşanan yavaşlamanın ardından önceki 20 yılı neredeyse üçe katladı. On yıl içinde dünya ticaret hacmi, hiç görülmemiş bir oranda, yüzde 90 arttı. Gelişmiş ülkelerin dışında, diğer ülkeler de Küreselleşmeden faydalanma imkânı bulabiliyordu. Gelişmiş ülkelerden yeni yükselen piyasalara akan para altı kat artmıştı.(1) Ücretlerin yüksek olması nedeniyle gelişmiş ülkelerin firmalarının çoğu, maliyetlerini azaltmak için işlerini ücretlerin çok daha düşük olduğu yoksul bölgelere taşıdıkları doğruydu.

Sermayenin Gelişmekte Olan Ülkelere akmasını, sadece maliyetleri düşürmek amacıyla yapıldığını söylemek, gerçeğin tamamını yansıtmaz. Bazı görece düşük profilli işleri, bu bölge insanlarının daha nitelikli, daha eğitimli işgücü ile daha iyi yaptığını da kabul etmeliyiz. Bu bölgelerde hâkim olan yüksek işsizlik oranları nedeniyle iyi eğitimli, yüksek tahsilli gençler, her türlü işi yapmaya razı olarak bekliyorlardı. Çağrı merkezlerinin çoğunun Hindistan’da toplanmış olması tesadüf değildi. Bu bölgedeki insanların, diğer coğrafyada aynı işi yapan insanlardan çok daha iyi eğitimli olmalarına rağmen işsizlik nedeniyle bu işlerde çalışmaya razı olduklarını unutmamak gerekir. Bu insanların işlerine bağlılığı, motivasyonu, tutkusunun; Batılı emsallerinden yüksek olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. Ayrıca sanayileşmenin henüz yeterli olgunluğa ulaşmadığı Türkiye, Meksika, Brezilya gibi Gelişmekte olan Ülkelerin, kendi atölyelerini işletmiş veya bu iş yerlerinin atölyelerinde çalışarak yetişmiş insanların, yaptıkları işin bütününe, tüm sürecine hâkim olmaları nedeniyle, Batılı emsallerinden daha becerikli oldukları da bir başka gerçekti. Nitekim bu gerçeğe bağlı olarak Çok Uluslu Şirketler’lerin çoğu bu nitelikli insanları alıp kendi ülkelerindeki fabrikalarda rahatlıkla çalıştırıyordu.  

90'lı yıllarda ABD kapitalizmi, sadece komünizm karşısında zafer kazanmakla kalmamış, kapitalizmin sert bireyciliği de diğer ülkelerin daha yumuşak bireyciliğine üstün gelmişti. Bu zaferle kendimize övgüler yağdırdık. G-7 toplantılarında diğer ülkelere sadece bizi taklit ederek zenginleşeceklerini söyledik. Asya ülkelerine çok yarar sağlamış olan "Ömür boyu çalışma ilkesi" modelinden vazgeçmelerini istedik. Oysa bu model "Just-in-time" gibi yeni çalışma modellerine esin kaynağı olmuştu. İsveç ve diğer refah devleti yandaşı ülkelere; sosyal yardımları azalttırarak, vergileri düşürterek, kendi modellerinden uzaklaştırdık.

Gerçekte ABD, hiçbir zaman büyük devletten vazgeçmedi. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda devletin bir sorumluluğu olduğunu kabul ediyordu. Ama dışarda devlete en küçük rolü seçen modelleri dayatıyordu. Kazandığı başarı ve komünizmin çöküşü kendi modellerine olan inançlarını kuvvetlendiriyor, kibire varan bir gururla modellerini savunuyorlardı. Oysa kapitalizmin başka başarılı uygulamaları da vardı. Kendi ülkelerinde henüz yoksulluğu alt edememişlerdi. Dünyanın en zengin ülkesinde yoksulluk, suç oranları ve eşitsizlik yüksekti. Birçok yoksul, temel sağlık hizmetlerinden yoksun yaşıyordu. Dünyanın en zengin ülkesinin bazı bölgelerinde çocuk ölüm oranları, kimi Latin Amerika ülkelerinden bile yüksek olması insafsızlıktır.

Günün modası küçük devletti. Küreselleşmenin zaferini ilan ettik. Küreselleşme ile birlikte Amerikan tarzı kapitalizm, dünyanın her köşesine yayıldı. Herkes yarar sağlamış görünüyordu. Gelişmiş-gelişmemiş bütün ülkelerde üretim 6 yılda 6 kattan fazla arttı. Daha önce hiç görülmemiş düzeyde para akışı oldu. On yıl içinde dünya ticaret hacmi, hiç görülmemiş bir oranda; yüzde90 arttı.

Küreselleşme ile dünyada ekonomik büyüme 4,4'ü bulmuş, üretim 6 yılda, 6 kattan fazla artmıştı. Gelişmemiş ülkelere görülmemiş düzeyde yatırım, ticaret ve para akışı olmuştu. Ama bu hızlı büyümenin taşıdığı riskler, Küreselleşmeyi yöneten kurumlar tarafından iyi analiz edilmiyordu.(2) Bütün dünyayı kapsayan, böylesine büyük, devrim niteliğindeki bir hareketin her safhasının gözden geçirilip sistemin iyi giden, gitmeyen taraflarının, önündeki tehditlerin ve bekleyen fırsatların neler olacağının belirlenmesi gerekirdi. Bu yapılmayınca Küreselleşmenin Avrupa, Güneydoğu Asya,-Pasifik ve Kuzey Amerika’da yoğunlaşmış olduğu, diğer bölgelerin bundan fazla faydalanamadığı görülemedi. Para akışı üretim, ticaret ve finans dünyasına olurken, eğitimsiz işsizler için yeni iş sahalarının yaratılması, eğitim, sağlık gibi kâr getirmeyen toplumsal alanlara para akışı sağlanamadı.

Küreselleşmenin ilk başlarında, gelişmiş ülkelerden yeni yükselen piyasalara akan para altı kat artmıştı. Ama yetmezdi. En yoksul ülkeler de bundan pay almalı, eğitim, sağlık gibi para akışı olmayan alanlara da bu akış sağlanmalıydı. Bunu başarabilmek için, Küreselleşmenin dümenindeki, DB, IMF gibi kuruluşların Küreselleşmenin ilerleyişini, yayılışını tarafsız gözle, belirlenmiş aralıklarla gözden geçirip, amaçlarını gerçekleşmesi yolunda alınan yolunda belirlenen aksaklıkları gözden geçirip, önlemleri almaları gerekirdi.

Bu kurumlar gerçekte, ABD'nin güdümünde kuruluşlardı. Diğer ülkeler de buna razı bir tavır içindeydiler. Soğuk savaş sona erdiğinde ABD, gücün tek başına sahibi olmuştu. Bunun ona bir sorumluluk yüklemesi gerekirdi. Dünyaya liderlik edecek bir ülke, sadece kendini düşünerek, kendi çıkarlarına göre dünyayı biçimlendiremez. Küreselleşmeyi ve ABD'yi ret eden ülkeler. Siyasi oyunlarla, ambargolarla rahat bırakılmadı, onlar da kandırıldı, bu kervana katıldı. Katılmak için alt yapılarını yeniden yapılandırmaları gerekiyordu. Gerekli finansman, DB veya IMF'den sağlanacaktı. Bunun ön şartı ise gümrük duvarlarının indirilmesi, kapıların yabancı sermayeye açılması idi. 

Küreselleşme için ikiyüzlü bir oyun oynuyorduk. Diğer ülkelerde sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesini dayatırken, kendi ülkemizde; maliyeti daha düşük ve daha yüksek gelir getirdiğini, yoksulluğu azalttığını düşündüğümüz için devletin elinde olmasını savunuyorduk. Üçüncü dünya ülkelerini, ağır ithalat engelleri ve vergiler koyarak, pazarımızdan uzak tutarken, onları pazarlarını sonuna kadar açmaya davet ediyorduk. Kendi ülkemizde enflasyon kadar ekonomik büyüme ve işsizliğe odaklanılmasını söylerken, dışardakilere özelleştirmeyi dayatıyor, enflasyona odaklanmalarını salık veriyorduk. ABD karşı taraflara dengeli anlaşmaları değil, kendi lehine anlaşmaları dayatıyordu. Finans hizmetleri ABD’nin güçlü olduğu bir alandı. Bu gibi alanlarda karşı ülkelere piyasalarını açmalarını dayatırken onlara aynı koşullarla karşılık vermeyi ret ediyordu. İnşaat ve denizcilik gibi Gelişmekte olan Ülkelerin avantajlı olduğu alanlar yeni anlaşmalarda kapsam dışı bırakılıyordu.

Tarım ürünleri için de ticaret bariyerlerinin ve sübvansiyonlarınn kaldırılmasını isterken, kendi ülkemizde ticari bariyerleri koruyor, sübvansiyonları kaldırmıyorduk. ABD’li çiftçiler bu sübvansiyonlarla üretimlerini arttırırken dünyada tarım ürünlerinin fiyatları düşüyor, Dış ticareti neredeyse tamamen tarıma dayalı Afrika ülkeleri büyük ticari kayıplara uğruyorlardı. Bu durumda Afrika ülkeleri, aldığı mali yardımlardan daha fazlasını tarım ürünlerinde ABD’ye kaptırıyordu. Mali 37 milyon USD yardım almışken, sadece pamuktan fiyat düşüşleri nedeniyle 43 milyon USD zarara uğradı.

Yurt içinde, sosyal güvenliğin özelleştirilmesine karşı çıkarken, dışarda özelleştirilmesini aşılıyorduk. İçerde krize karşı denk bütçeden vazgeçip genişlemeci mali politikalar uygularken dışarda, krize giren ülkelere kısıtlayıcı mali politikalar öneriyorduk. İçerde Merkez Bankasının enflasyona göre değil, işsizliği önleyecek politikalar uygulamasını isterken, dışarda işsizliğe aldırmıyor, merkez bankalarının özellikle enflasyona odaklanmalarını bekliyorduk.

ABD’nin küresel ekonomi üzerinde görülmemiş bir etkiye sahip olduğu bu on yıl sonunda, birçok ülkede, arka arkaya ekonomik krizler ortaya çıktı. ABD bu krizlerden bile yarar sağladı. Para bulmak için ihraç ettikleri ürünleri yok bahasına satıyorlardı. Ortaya çıkan düşük fiyatlarla ABD, ucuza ithalat yaptı. Ancak bu krizler ortaya çıktıkları ülkelerde tanımsız zorluklara neden oldu. Eski komünist ülkelere "Pazar ekonomisi" ile görülmemiş bir zenginlik vaat edilirken gerçekte yoksullaştılar, GSYİH'leri yüzde 40 düştü. Yoksulluk on kat arttı. Ama 90’ların sonuna gelindiğinde serbest ticaretin; zengin ve güçlü olanın, yoksul ve zayıf olanı sömürmesinin yeni yolu olarak düşünülmeye başlandı. Ülkelerin mali krize düşmesiyle birlikte para akışı önce durdu, sonra tersine,Az Gelişmiş Ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru akmaya başladı. Ama bu arada istikrarsızlığın temel sorunlarıyla hiç ilgilenilmedi. Küresel finansın mimari yapısının değişmesi lazım geldiğinden bahsedip duruyorduk ama hiç bir eylem yoktu.

Tercih edilen Küreselleşme metoduyla; üretim, ticaret ve paranın dünya pazarlarına getirdiği ani serbestlik, henüz tam manasıyla hazır olmayan piyasalarda bir süre sonra krizler yarattı. Gelişmekte olan piyasalara akan para, girişte yaşattığı bolluk ve refahtan çok daha fazlasını çıkışta geri alıyordu. 1994 yılında Meksika’da siyasi atmosfer bozulmuş, suç oranları artmış, yabancı sermaye sahipleri ortamdan tedirgin olmuştu. Dünya piyasalarında da faizler artınca, yabancı sermaye aniden ülkeden çekildi. Ülkenin finansal piyasalarını düzenleyen önlemler yetersiz kalınca yatırımlar durdu, büyüme negatife döndü, reel gelirler düştü, işsizlik arttı, ülke borçlarını ödeyemez hale geldi. Küreselleşmeyi yönetenler için bu bir işaretti, ama bunun üzerinde fazla durulmadı.

Küreselleşmenin kötü gitmeye başladığının ciddi bir işareti de Asya’dan geldi. Küreselleşmenin getireceği faydalara örnek olarak gösterilen bu bölge, başlangıçta IMF ve DB ile fikir birliği içinde; özelleşme kurallarını yumuşatmış, dayatılan politikalara geçmeden önce kendi reçetesini belirlemişti. Sıkı parasal politikalar, gümrük duvarlarının hemen indirilmesi yerine, uzun süre kendi kuralları ile piyasalarda yer aldılar ve başarı elde ettiler. Kendi piyasalarını korumayı başardılar. Eğitime önem vererek daha çok insan kaynağının çalışan nüfusa kazandırılmasına, insan kaynaklarının daha etkin kullanılmasına önem verdiler. İhracatlarını sübvanse ederek desteklediler, toprak reformunu gerçekleştirdiler. Ekonomik başarıları "Mucize" diye nitelenerek diğer Gelişmekte olan Ülkelere örnek olarak sunulan bu ülkeler, ikinci aşamada DB ve IMF'ye direttikleri hükümleri yumuşatmak zorunda kaldılar. Kısa zaman sonra henüz tam olgunlaşmamış piyasalar, serbest ticaret karşısında gelişmiş ülke ürünleriyle rekabet edemez hale geldi. Finans ve mali sistemlerinin yarattığı dengesizlik ve spekülasyonlarla iflasın eşiğine geldiler ve sonunda ekonomik krize sürüklendiler. Devlet müdahaleleri yetersiz kaldı.

Tayland’da başlayan kriz, bölgede zincirleme reaksiyonlara yol açarak kısa zamanda dünyaya yayıldı. Onları 1998 yılında Rusya, 1999'da Brezilya izledi. Küreselleşme ile başarılı bir büyüme kaydeden Brezilya; 1994, yılında GSYİH’nın ancak binde 3'ü kadar cari açık verirken, "Parasının aşırı değerlendiği" spekülasyonları sonrası, 1997 yılında açık GSYİH’nın yüzde 4,2’sine ulaştı. Bazı eyaletler federal devlete borçlarını ödemeyi ret etti. Ülke, zorlukla çevirmekte olduğu borç yükünün altından kalkamadı, Hükümet iflasa sürüklendi. Arjantin de krizlerden yakasını kurtaramadı, mali ve parasal disiplinlerini kaybettiler, yüksek dış ticaret açığı ve üç haneli enflasyon rakamları ile paraları yüksek oranda değer kaybetti. Bu krizler sonucunda Gelişmekte Olan Ülkelere olan para akışı durmakla kalmadı, tersine, bu ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru kaçmaya başladı. 90’ların başında, Küreselleşmenin, Gelişmiş, Az gelişmiş, Gelişmemiş tüm ülkelere zenginlik getireceği düşünülüyorken; 90’ların sonuna gelindiğinde, serbest ticaretin, zengin ve güçlü olanın, yoksul ve zayıf olanı sömürmesinin yeni bir yolu olduğu düşünülmeye başlandı. Küreselleşme sürecinde herkesin daha çok kazanacağını söyleyenler, bu durumu; "Dönüşümün maliyetleri" olarak izah ediyorlardı. Küreselleşmenin başındaki kurumlar, kayıpların zaman içerisinde azalacağını, bir kısmının kazananlar tarafından karşılanacağını ve sürecin sonunda bütün insanlığın gelişeceğini belirtiyorlardı. Yeni milenyum,  çok şeyi değiştireceği beklentisiyle herkese umut oldu. Pandoranın kutusundan çıkamayıp insanın içinde kalan o umut!

Stiglitz'e göre bütün bunların başlıca sorumlusu, ABD tarafından yanlış yönlendirilen DB ve IMF idi.  DB, "Hayalimiz, yoksulluğun olmadığı bir dünya" sloganıyla kurulmuştu. Bu nedenle az gelişmiş ülkeler için çok önemli bir kurumdur. Ancak kurumun izlediği politikalar yoksulluğu ortadan kaldıramadı. Bugün dünyanın neredeyse üçte biri, günde 3 dolardan az para ile geçinmek zorunda. Birçok araştırmacı, alt yapı yatırımlarına sağlanan yardımlarla yoksulluğun azaltılamayacağını, teknoloji açığının kapatılamayacağını, eğitim ve beşeri sermaye birikimi için sağlanan kaynakların yetersizliği nedeniyle istenilen sonuçları ortaya koyamayacağını belirterek DB politikalarını eleştiriyordu. DB çevrelerinde ise başarısızlığın nedeni, genellikle yoksul ülkelerdeki hızlı nüfus artışı olarak görülmekteydi. Uzun yıllar yoksulluğu azaltma çabalarının neden başarısız kaldığı konusunda çok sayıda çalışma yapmış olan DB iktisatçılarından William Easterly (1957-   ), bunun bahane olduğunu, bu ülkeler kalkınamadığı için doğum kontrolünün başarısız olduğunu dile getiriyordu. Esterly nüfus artışı ve kötü sağlık koşullarının yoksulluğu derinleştirdiğine katılmakla beraber, bunların yoksulluğun sebebi değil sonucu olduğunu ortaya koyuyordu. İddiasını ise gözlemlerine dayandırıyor ve tarih boyunca kalkınmanın olduğu yerde nüfus artışının azalmasını gösteriyordu. Buna katılmamak mümkün değil. Kalkınma olmadan, gelir ve eğitim imkânlarını geliştirmeden nüfus artışını kontrol çabaları, dünyanın her yerinde başarısız olmuştu.

DB’nın yoksulluğu azaltamamasına getirilen bir başka eleştiri ise, gelişmekte olan ülkelere sağladığı yardımlar ve borçlar, gerçekte yoksullukla mücadeleden çok, borç veren ülkelere borçlarını ödeyerek küresel düzenin istikrarını sağlaması için olduğudur. 1990’lı yıllarda 24 geçiş ekonomisi, Batılı iktisatçıların önerileri doğrultusunda 143 yapısal denge amaçlı borç almıştı. Sonuçta, üretimde büyük kayıplar ortaya çıktı ve yoksulluk daha da arttı. DB’nın yoksul ülkelerdeki yatırım kararlarını, onların ihtiyaçlarına göre değil, gelişmiş ekonomilerin büyümesini sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu hammadde, enerji gibi girdilerin limanlara ulaştırılmasını kolaylaştıracak ya da bu ülkelere ihraç ettikleri ürünlerin dağıtımını destekleyecek yol, köprü, liman gibi yatırımlara öncelik verdiği iddialarını güçlendirdi. Eleştiriler, Banka’nın politikalarını ve hedeflerini değiştirmesine neden oldu. Yeni hedef; "Yoksulluk sıralamasında en altta yer alan yüzde 40 ülkede,  gençlerin eğitimine ve insan odaklı projelere odaklanarak 2030 yılında aşırı yoksulluğu bitirmek." oldu.

IMF’deki değişiklik ise daha radikal oldu. Stiglitz başından beri, ekonomiyi yeniden yapılandırma çalışmalarının bir kalkınma hamlesi olduğunun göz ardı edilerek; önerilerin bir plan olmadan, öncelik sıralaması yapılmadan süratle uygulamaya konulmuş olmasını eleştiriyordu. Ona göre zor durumdaki ülkelerin açıklarını kapatmak için vergilerin arttırılması, faizlerin yükseltilmesi gibi ekonomiyi ve talebi küçültecek politikaları ülkelere dayatıyor olması; başta işsizlik ve yoksulluk olmak üzere, kuruluş amacıyla ters düşen, birçok sıkıntı yarattıyordu. Uygulanan politikalar şeffaf bir şekilde tartışılmadığı, gözden geçirilmediği için alınan reçetelerin olumsuz yönleri düzeltilemiyordu.

IMF'inuyguladığı politikalar, demode ve dar görüşlü bulunuyordu artık.  Yeni ekonominin en güçlü savunucusu ve dayanağı olan IMF, yoksulluğu azaltıcı yeni politikalar geliştirmeye karar verdi. Gelişmiş ekonomilerin kredi piyasalarında ortaya çıkan skandallara ve onların sebep olduğu ani küresel ekonomik yavaşlamaya bakarak; dünyanın en zengin ülkelerinde dahi piyasaların, sorgulanmadan serbest bırakılamayacağını söylüyordu. IMF çalışma şeklini pek çok açıdan yeniden ele aldı. Değişikliğin belki de en önemli halkası, kredileri verirken, keskin bir dönüşle; ülkenin şartlarını dikkate alarak kredi koşullarını düzenlemeye başlamak oldu. Belli ki "Ülkelerin kültürlerini, şartlarını, krize düşme nedenlerini analiz etmeden, kendi politikasını dayattığı" eleştirileri etkili olmuştu. Dahası; görüşmelerde mali sektör dışındaki konular tali hususlar olarak ele alınırken artık reel ekonomi ve sosyal konuların mali sektörlerle arasındaki bağlantılar da gündeme alınmaya başlandı. Gelişmiş ve Gelişmekte olan ülkelerdeki yaşlanan nüfus, işsizlik, genç nüfus işsizliği, ücretlerdeki durgunluk tartışılıyor, yoksulluğun kalıcı olarak azaltılması için zemin hazırlanıyordu. IMF, skandalların ve beklenmedik krizlerin bir daha yaşanmaması için ilgilileri etik ilkelerle davranmaya,  daha fazla sorumluluk almaya ve şeffaf olmaya yönlendirdi. Yoksul ülkelerin borç yükünü hafifletmek için Dünya Bankası ile yakın işbirliği yaptı. Hiçbir yoksul ülkenin baş edemeyeceği oranda borç yüküyle karşılaşmaması için çalışan, "Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler" girişiminin kapsam ve şartlarını değiştirerek kolaylaştırıcı önlemler geliştirdi.  Bretton Woods sisteminin kurucuları bile, artık eşitsizliğin en büyük nedeni olan özel sermaye akışlarının bir daha asla XIX. ve XX. yüzyıllardaki baskın rolüne geri dönmemesi gerektiğini kabul etti.

Kriz

ABD ise 1990’larda, büyüme için ucuz bir yol seçmişti. Devlet sübvansiyonları ile İhracatı destekledik. Ticaret ortaklarımız çileden çıktı. 1998 yılında DTÖ nezdinde dava açtılar ve kazandılar. Ama sübvansiyoları kaldırmak yerine onları DTÖ’ye uyumlu kılacak tedbirler aradık. Vergi indirimleri sayesinde gelirlerimizin artacağına inandık. Bu yanılgıya, ekonomiye hâkim olan yanıltıcı görüntüye bakarak düştük. Kriz karşısında tüketim harcamalarını kısmak yerine çok ağır şekilde yurtdışına borçlandık. Yeni ekonominin temelini oluşturması gereken araştırmalara yeterli yatırım yapmadık. Hala transistor, lazer gibi eski ekonominin yeniliklerinin ışığında yaşıyorduk. Özellikle temel bilimlere yeterli yatırım yapmayınca yurtdışından gelen yabancı öğrencilere, mezunlara muhtaç kaldık. Bizim en başarılı mezunlarımız ise finans dünyasında parasal anlaşmalar yapmakla meşguldü.

Buna rağmen 1990’larda birçok Amerikalı; ideoloji çağının, çıkar ve politika çağının sona erdiğini düşünüyordu. Herkesin, doğru ekonomi politikaları üzerinde mantıkla anlaşmaya vardığı, yeni bir uzlaşma çağına girilmişti. Teknolojinin yarattığı ucuzluk yüksek kar, düşük faize rağmen ücretler hala düşüktü. "Nokta.com" şirketleri ve teknolojik gelişmelerle, ekonomiye bir iyimserlik hâkim olmuştu. Üretim artıyor, hizmet sektöründe yeni, yüksek ücretli işler ortaya çıkıyor, tüketiciye ucuz giyim ve elektronik eşya kolaylıkla sağlanıyordu. İşsizlik azalıyor, buna rağmen artan rekabetle enflasyon kontrol altında tutuluyordu. Böylelikle düşük işsizliğin yüksek enflasyona mal olduğu iddiası geçersiz kılınmıştı. "Nokta.com"un simgelediği yeni bir kavram, Amerikan tarzı kapitalizmin simgesi oldu. İnternet; ekonomi ve dünya ticaretinde patlama yapmış, teknolojinin gelişim hızını tek başına değiştirmiş ve üretim hızını çeyrek yüzyılda görülmemiş şekilde arttırmıştı. Mal üretim ekonomisinden, bilgi üretimine geçilmişti.

telekomünikasyon sektörü büyümesi, çökmesi

1992-2001 yılları arasında sağlanan serbestlik ve destekle, telekomünikasyon endüstrinin ekonomideki payı iki katına çıktı. Yeni yatırımların üçte birini, yeni işlerin üçte ikisini bu sektör sağladı. Güçlerini birleştiren endüstri ve finans sektörleri, servetlerine servet kattı. Serbestleştirmenin başlamasıyla telekomünikasyon sektöründe adeta "Altına hücum" başladı. Bankacılıktaki serbestleştirme ile piyasa iyice kontrolsüz kaldı. Hükümette, finans sektöründe, teknolojide, telekomünikasyonda; her yerde herkes büyük coşku içindeydi. Bu coşkuyla büyük değerler yaratıldı. Serbest piyasayı savunanlar, piyasadan pay almak için uğraşacak firmaların rekabeti arttıracağını söylüyorlardı. Ama bu bakir alanda piyasaya ilk giren şirketler, baskın olmayı garantilemek için büyük paralar harcadılar. Bu yatırım çılgınlığı fazla kapasite yarattı. 2002deki daralmayı meydana getiren sebeplerden biri buydu.

Artan kar oranları herkesi daha fazla kar istemeye, bunun için de serbestliğin daha çok artması taleplerini dile getirdi.  90’larda ABD’de en çok lobicilik yapan şirketler; telekomünikasyon, bankacılık şirketleri ile çevre düzenlemelerinin getirdiği kısıtlara direnen şirketlerdi. Piyasaya ilk girmeni çok büyük avantajları vardı. Bu bakımdan firmalar lobi faaliyetlerine büyük paralar ödüyor, büyük yatırımlar yapıyorlardı. Ama ilk girmeyi başarırlarsa büyük karlar elde edeceklerinden buna katlanıyorlardı. Giremeyenler yaptıkları atıl yatırımla kalacaklardı. İlk giren olağan dışı kar beklentisi taşıyordu.

Kamu denetimi ve müdahalesi kaldırıldığında büyük şirketlerde baskın olma isteği, kısa dönemde ekonomik patlamayı besledi. 2001 yılı sonuna geldiğimizde telekomünikasyon sektöründe yüzlerce yeni girişime yaklaşık 65 milyar dolar yatırım yapıldı. Piyasadan pay kapmak için yarışan şirketler büyük borç altına girdi. Sermaye piyasalarında halka arzlarla çok büyük ek rakamlar yaratıldı. Şirketler yatırımcılarını ve kendilerine borç verenleri memnun etmek için muhasebe oyunlarıyla, usulsüzlüklere başvurdular. Ortaya konan para çok yüksekti. Herkesin birbirini kandırdığı bir ortamda sular çekildiğinde büyük bir yayın ağı fazlalığı, atıl yatırım ortaya çıktı.

Mal üretim ekonomisinden, bilgi üretimine geçilmesi büyük değişim yaratmıştı. Bu değişim insanların ya da buluşların değil, bilginin değerlendirilmesini gerektiriyordu. 90’ların ortalarına doğru insangücünün, üretim içindeki payı yüzde 14’lere geriledi. Toplam işgücündeki payı ise daha da düşüktü. Artık reel ücretler, artması gereken oranda artmıyordu. Düşük ücret, yüksek büyüme, artan üretim; daha yüksek kar içindi. Yüksek kar, düşük faiz oranlarıyla bir araya gelince, hisse senedi piyasası patlama yaşadı. Nisan 1991’de 500 seviyesinde olan teknoloji hisseleri endeksi NASDAQ, Temmuz 1995’de 1 000, Temmuz 1998’de 2 000, Mart 2000’de 5 132 seviyesine çıkmıştı.

Sonunda teknolojiye aşırı yatırım, kriz getirdi. Tarihteki aşırı yükselişler ve düşüşler bazen teknolojiye yapılan aşırı yatırımlarla ilişkilendirilmiştir. 1990’ların telekomünikasyon yanılgısı, balonu; telgraf, telefon ve demiryolları endüstrisi tekelleşmelerinin ilk zamanlarındaki anarşi ortamında yaşanan deneyimlerle paralellik içindeydi. Ani yükseliş ve düşüşler aynı zamanda finans alanında serbestleştirme getiriyordu.

Bankalar, kapitalist sistemde denetleyici bir role sahiptir. Skandalları ve tahsil olunamayan kredileri sevmezler. Kredi portföylerini sıkı bir kontrol altında tutarlar. Böylece iş dünyasında iflasların ve aşırılıkların önüne geçtikleri söylenebilir. Ama 1990larda bu tablo değişmişti. Banka analistleri, kötü hisse senetlerine aracılık etti. Bankacılar, Enron’a borçlarını saklaması için, dolambaçlı denizaşırı ortaklıklar oluşturmasında yardım etti. Neticede 2001-2002de ABD’nin belli başlı bankalarının birçoğunda ardı ardına skandallar yaşandı. J.P.Morgan, Credit Suisse First Boston Citigroup, Merrill Lynch gibi efsanevi bankalar, Salomon Smith Barney firması, Goldman Sachs gibi finans kuruluşları bunlar arasındaydı. Bu kurumlar yaptıkları usulsüzlükler nedeniyle 1,4 milyar dolar cezaya çarptırıldılar. Büyük skandallar diğer ülkelerde de, Avrupa da bile görüldü. Vivendi, Hollandalı Ahold gibi devlerin CEO’ları görevden alındı.

İki tür bankacılık vardır; tahvil ve hisse senedi işlemleri yapan yatırım bankacılığı ve tasarruflarla kredi hizmeti veren ticari bankacılık. Yatırım bankalarının verimliliği bilgi akışına, enformasyona dayalıdır. Güvenilirlik konusunda ün ve saygınlık kazanmışlardı. Ama 90’lardan sonra bankalar piyasaya saptırılmış enformasyon vermeye başlayınca birçok durumda bankacılar ve analistler çalıştıkları firmalarla ilgili durumları biliyorken, kamu bu enformasyondan mahrum kaldı. Piyasalarda güven azaldı. Ne zaman doğru enformasyon açığa çıksa, hisse senedi fiyatları aniden aşağı düşüyordu.

Neden bankacı ve analistler yanıltıcı enformasyon verdiler? Çünkü halka arzlardan ve diğer alışverişlerden kazanılan para, öylesine yüksekti ki yanlış enformasyon, doğru enformasyondan çok daha fazla ödüllendiriliyordu. Öte yandan "Kamu yararı" ilkesine yönelik bir ödüllendirme söz konusu bile değildi.  Yüksek kar, yöneticileri ve diğerlerini sadece bugünü düşünmeye yönlendirdi. Artık uzun vadeli düşünenlere değer verilmiyordu. Bu ortamda analistler telekomünikasyon ve yüksek teknoloji hisselerinden milyonlar kazanmıştı. Kendilerine güvenen tedbirsiz müşterilerine aldatıcı bilgilerle dolu analizler sunmuş, şirketlerin gerçek değerleri konusunda yanıltıcı bilgi vermişlerdi. Onları Bunu yapmaya, kısa dönemli düşünmeye; aldıkları ikramiyeler ve diğer finansal teşvikler yönlendirmişti. Bankalar, defterleri üzerinde oynayan ya da rakamları bir yığın karmaşık ayrıntı içine gömerek bir biçimde gerçeği saklayan şirketleri artık ele vermiyor, tam tersi bunları yapmalarına yardım ediyorlardı.

Öte yandan şirketleri yönetenler, milyonlarca hissedarın yararına, onların kazançlarını arttırmak için oradaydılar. Yeni ekonomide çoğu kez onların gözettiği kendi yararları idi. Sıradan hissedarların gerçekte neler olup bittiğini görmelerini zorlaştıran hisse satın alma yetkileri durumu daha da kötüye götürüyordu. Ayrıca bu durum, onların şirketlerinin hisselerini, piyasa fiyatlarının çok altında alma yetkisine kavuşturdu.

Bankalar ancak geri ödeneceğinden emin oldukları şirketlere borç verirler, onların tahvillerini, alırlardı. Bir şirketin hisselerini, kendilerinin ne kadar kazanacaklarına emin olunca piyasaya sürerlerdi. Bu değerlendirmeleri geride bıraktılar. Çoğunlukla açık piyasada satılmayan ne varsa onları aldılar.  Kısa vadeli karlara yöneldiler. Halka arzlarda arzı yapan kurumlar etik değerleri yok sayarak uygunsuz davrandılar. İşler, büyük bunalımda olduğu gibi, kötüye gitmeye başladığında bankalar paralarını kurtarmak umuduyla kredi açmaya devam ettiler. Ama iş, işten geçmişti. Krizler büyüyüp, bankalar da kötü duruma düştü. Neticede  riske katlanan kamu olmuş, ödülü ise bankalar almıştı. Bankalar başarısız olduğunda onları kurtarmak için kullanılan kamu desteklerinin bedelini sonuçta vergi mükellefleri ödemekteydi.

2001 krizinin başlayacağına dair ilk işaret Asya’dan geldi. 1997 yılında krize giren Güney Kore, Tayland ve Endenozya’yı 1998’de Rusya, 1999’da Brezilya izledi. 1999 yılında Küreselleşmeye karşı Seattle’da büyük bir hareket düzenlendi. 20 Eylül 2002’de ise Nasdaq 1221 puana düşerek tarihi dip seviyesini gördü.

 

Kriz, diğer sektörlere de yansıdı. ABD’de 2000-2002 arasında, menkul kıymetler  borsasında işlem gören hisse senetleri 8,5 trilyon dolar değer kaybetti. Tek başına AOL Time Warner, 100 milyar dolar kaybetti. Buna rağmen yoluna devam edebildi.  Oysa 1990ların başında değil yoluna devam edecek, böyle bir değere sahip şirket bile yoktu. Yarım milyon kişi işsiz kaldı. İletişim, teknoloji sektörü hisseleri yüzde 86 düştü. 23 dev telekomünikasyon şirketi battı. 1997-2001 yılları arasında telefon endüstrisine yapılan 65 milyar dolarlık yatırımın değeri 4 milyar dolar civarına düştü.

Amerikalılar birikimlerini bireysel emeklilik şirketlerine yatırır. ABD ekonomisi her zaman özel sektöre güvenmiş ve teşvik etmişti. Yeni ekonomi döneminde bu daha da ileri götürüldü. Özelleştirme furyası;  açgözlülük, ideoloji, çıkar rüzgârlarını arkasına alarak emeklilik fonlarına da sirayet etti. Hisse senedi piyasalarındaki yükselme, insanların iştahını kabartınca herkes buna sıcak bakmaya başladı. İnsanlar paralarını sosyal güvenlik sistemine yatıracağına hisse senedi piyasasına aktarmayı yeğlediler. Wall Street başlarda yüksek geri dönüşlerle bu yaklaşımı yüreklendirdi. Ama hisse senedi piyasası çökünce, bilhassa yeni teknoloji ve telekomünikasyon şirketlerine yatırım yapanlar hüsran yaşadı. İnsanlar emeklilikleri için bir köşeye ayırdıkları paraları kaybettiler. Bu dönemde bu şirketler ve Amerikalılar, zenginliklerinin üçte birini kaybetmişlerdi. 12 ay içerisinde, iki milyon insan işini kaybetti. Uzun dönemde işsizlik 3,8'den yüzde 6’ya çıktı. 1,3 milyon Amerikalı yoksulluk sınırının altına düştü, 1,4 milyon insan sağlık sigortasından yoksun kaldı. ABD bu krizden kurtulmaya fırsat bulamadan şirket skandalları patlak verdi. ENRON ve Arthur Andersen gibi dev şirketler çöktü. Bu durum diğer finans şirketlerini de olumsuz etkiledi. Sağlık sektörü, toptancı sektörü ciddi sorunlar ve iflaslarla karşılaştı.

Kapitalizm dünyası, ekonomik krizlerle 200 yıldır boğuşuyor. Önlem alınmaz, bir şeyler değişmezse bundan sonra da ekonomik krizler olacaktır. Şunu farketmeliyiz ki önceleri 50-60 yılda bir ortaya çıkan krizler daha sık ortaya çıkıyor. Nitekim çok değil, bundan yedi yıl sonra, yine ABD'de büyük bir kriz ortaya çıkacaktı. Bunu da bir başka yazımızda ele alacağım.

Bir başka yazımda buluşmak üzere…

 

Joseph E. Stiglitz, 90'ların Yükselişi

Çev. Aytül Özer, Barış Güven , CSA Global Yayın Ajansı, Mart, 2004, İstanbul


([1])  Joseph E. Stiglitz, 90’ların Yükselişi,, s: X, 4 ve 204

([2]) Stiglitz, 90’ların Yükselişi age, s: 4

 

Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: