Tarih Bilim midir? Evrensel midir? Tek bir tarih mi vardır?

Tarih Bilim midir? Evrensel midir? Tek bir tarih mi vardır?



 

İki önemli olay beni bu konuda çalışma yapmaya yönlendirdi. Dünyanın değişik yerlerine yaptığım seyahatlerde farklı kültürlerle tanışıp, onların mitolojik hikayelerini dinleyip kültürel birikimlerine tanık olunca, bildiğimiz tarih hakkında şüphelerim doğdu. Batı tarihi Yunan mitolojisi ve filozoflarının görüşleri üzerine kuruludur. Atinalıların en büyük düşmanı Spartalılar ve Perslerdi. İran'da Avusturyalılar  tarafından yapılan Persopolis kazılarından çıkan eserleri incelediğimde, orada çok daha önceden medeni bir kültür kurulduğunu gördüm. Aynı şekilde Çin seyahati, Çin'de ilk tarih kayıtlarının çok daha önceleri, MÖ 1500 yıllarında, Shang Hanedanı zamanında başlamış olduğunu öğrenmemdi. Ancak günümüze kalan ilk tarihi metinler, Lu Devleti'nin resmi kayıtları olan, yıllık tarzında düzenlenmiş, MÖ 722-481 arasını kapsayan Bahar ve Güz Yıllıkları. Genellikle Konfüçyüs'e atfedilmişlerdir. Bunun gibi Çin'de MÖ 16. yüzyıla kadar giden ve önemli kişilerin yaşam öyküleriyle belli konular hakkında bilimsel incelemeler içeren tarihi kayıtlar günümüze kadar ulaşmıştır. Bu kayıtlar, o dönemin ve önceki dönemlerin sıradan insanlarının hayatlarıyla eylemlerine de ışık tutar. Ayrıca, Rönesansın 13. Yüzyıldan önce, İtalya'da değil 8. yüzyılda, Ming Hanedanlığı zamanında başlamış olduğuna da şahit oldum. Bunlar gibi keşfedilmeyi bekleyen birçok tarihi gerçek var. Keşfedilen her yeni gerçekle birlikte, geçmişe dair bilgilerimiz değişiyor, tarihi yeniden yazmak gerekiyor. Göbekli Tepe'nin gün yüzüne çıkarılması avcı-toplayıcı toplumdan tarım toplumuna geçişe dair bilgilerimizi kökünden değiştirecek öneme sahip.
 
Tarih kelimesi köken olarak İbranicedir. İbranicedeki anlamı; zamanı bildirme bir başka ifade ile kronoloji demektir. Batı dillerinde yer alan history ve benzeri kavramların kökenini ise Antik Yunancada bulunan “istoria” kelimesidir. Kelimenin Antik Yunancanın İyonya lehçesinde anlamı; görerek bilme iken Attika lehçesinde "Doğa bilgisi" anlamında kullanılmıştır. Arapçaya ise bu kavram biraz bozularak ve anlam kayması yaşayarak "Esatir" diye geçmiştir. Görüldüğü gibi "Tarih" kelimesi, farklı zaman ve  mekanlarda farklı anlamlar kazanmıştır. Amacım, "Bilim" olmasına rağmen kişi, yer ve zamana göre farklı farklı yorumlanan tarihin durumuna işaret etmek olup bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşmaktır. 
 
Bu makaleyi kaleme alışımın bir başka nedeni de bilimsel çerçeve dahilinde kalsa da geçmişten bugüne, tarih konusunda farklı görüşlerin olmasıdır. Bazıları tarihi doğa tarihi olarak açıklarken bazıları insan tarihi olarak yaklaşmayı doğru bulmuş. Bazıları tarihe aşırı bağlanmayı doğru bulmazken, bazıları tarihi gerçeklerin bize geleceği göstereceğini iddia ederek onu dört elle sarılmış, baş tacı etmiş. Nietzche ve onun takipçileri geçmişte ortaya çıkan olayların bugün de yaşanmakta olduğunu iddia ederken Hegel gibiler tarihin öznesini "Akıl" kabul etmiş ve tarihi olayları mantık çerçevesinde yorumlamışlar. Marks ve Engels, insanın, doğanın bir parçası olduğunu ortaya koyarak doğa tarihi ile insan tarihinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğinden hareketle, tarihi daha çok toplumsal olaylar açısından irdelemişler.  Bugün tarihe farklı yaklaşan; Teolojik tarih, Pozitivist tarih, Romantik tarih, İdealist tarih, Tarihselci (anlamacı) tarih,  Pragmatik tarih, Marksist tarih, Anneles, Frankfurt, Bağımlılık Okulu, gibi çeşitli ekolerin tarih anlayışı,  Yapısalcı tarih, gibi çeşitli ekoller bulunmaktadır. Gördüğümüz tarihi olaylara bu çerçevede ve bu görüşler ışığında bakmamızda yarar var.
 

İlkçağ tarihi

Batı dünyasında "Bilimsel Tarih"in kurucusu olarak Herodot  biliniyor. Bilimsel tarih yazımının ortaya çıkmasından önceki tarih anlatıları, çoğunlukla efsaneye dayalı anlatılardan öğrenilmektedir. Efsane temelli anlatıların en önemli temsilcisi olan mitler, aslında gerçek bir tarihi belge olarak kabul edilmeseler de o toplum ya da kültürü hakkında bilgiler içerdikleri için tarihi belge niteliği taşırlar. Bir toplumun kendini yorumlama ve anlama biçimi açısından temel öneme sahip olan mitler"Kasıtlı tarih” olarak da adlandırılmaktadır. Mitler, kolektif hayal gücü tarafından üretilen irrasyonel kurgu, tarih ise rasyonel sorgulamadan kaynaklanan nesnel gerçek olarak tanımlanmaktadır.
 
Geçmişi anlamak, insanlığın evrensel bir ihtiyacı olarak görülmüştür. Antik Yunan’da efsaneye dayalı tarih anlatılarının en erken örneklerini, MÖ 8. yüzyılda yaşayan  Homeros ve Hesiodos vermiştir. MÖ 750 yıllarında yaşadığı düşünülen Homeros, sözlü tarihin kurucusu olarak kabul edilir. Anlatıları, kurgusal olsa da sebep sonuç ilişkisi içinde açıklanmakta olup olaylar belli bir zaman ve mekânda geçmekte, tarihsel bir tarzın egemen olduğu bir üslup ile anlatılmaktadır. Homeros, genellikle aristokrat yaşamına dair anlatılar bırakmıştır. Homeros’tan sonra gelen en önemli isim MÖ 700 dolaylarında yaşadığı bilinen Hesiodos’tur. Eserlerinde Homeros’un aksine, küçük çiftçi topluluklarının sorunlarını ele alan Hesiodos, bu sorunları efsane temelli de olsa bir tarih sistematiği içinde aktarmıştır. 
 
Bu anlatılar bilimsel içerikten uzaktır. Batı dünyasında en erken kronolojiler Mezopotamya'ya ve Antik Mısır'a kadar uzanır. Bu dönemdeki tarihçilerin adları bilinmemektedir. Gene Batıda, bilinen en eski düzenli tarih yazımı Antik Yunan'da ortaya çıkmış ve Akdeniz bölgesindeki tüm tarih yazımını etkilemiştir. En eski eleştirel tarih eseri, "Tarihin babası" olarak bilinen Heredot (MÖ 484–425) tarafından derlenen Heredot Tarihi'dir. Heredot, güvenilir kaynaklar arasında değerlendirmelerde bulunarak ve kişisel seyahat kayıtlarına dayanarak, çeşitli Akdeniz kültürlerine ait yazılı kaynaklar bırakmıştır. Heredot'un ana odağı, daha çok üst düzey insanların, aristokratların kişilikleri ve eylemleri olsa da tarihsel olayların gelişiminde ilahi gücün belirleyiciliğini öne çıkarmıştır. Heredot'dan hemen sonra yaşayan Platon (MÖ 427-347) da önemli tarihi bilgiler aktarmıştır. Ancak Platon, tarihi; "Geçmişteki düşünürlerin düşüncelerini aktarmak." olarak ele almıştır. 
 
Grek toplumunda, doğanın, düzenli bir oluşum içinde (kosmos) olduğuna inanılır, toplumsal yaşamın doğal düzenin bir parçası olduğu düşünülürdü. O dönemlerde Platon ve Aristoteles'in tanımladığı üç devlet tipi vardı; Aristokrasi, Oligarşi ve Demokrasi. Hiçbir yönetim biçimi tam yetkin değildi. Ancak birbirlerine göre daha iyi ya da kötü olabilirlerdi. Toplumlar bu devlet tiplerinin birinden diğerine geçer dururlardı. Bu nedenle Grekler, doğadan esinlenerek, toplumsal olayları, sürekliliği olmayan, durmadan tekrarlanan olaylar olarak düşünürlerdi. Dolayısıyla tarih, onlar için döngüsel olaylardan, tekerrürden ibaretti. 
 
Heredot sonrasında, kent ve tapınak arşivlerinde çalışan ve şehir devletlerinin tarihini tutan   yerel tarihçiler ortaya çıkmış ve şehir devletlerinin tarihi, hükümdarlıkları boyunca, Geç Antik Çağ'a kadar yazılmaya devam etmiştir. Bu yazımlarda yine yöneticilerin ve aristokrat yaşamın, Olimpiyat oyunlarının kazananların hayatı, eylemleri esas olsa da ilahi gücün varlığı da hissedilmektedir. İlk defa Tukidides, Atina ve Sparta arasında gerçekleşmiş bir savaşa dair yazısında "İlahi nedenselliği" geniş oranda terk ederek sonraki Batılı tarih yazımlarında yer edecek olan mantıksal açıklama geleneğini başlatmıştır. 
 

Teolojik tarih

Teolojik tarih, St. Augustinus (354-430) tarafından kurulmuştur.  Felsefesini tanrı-şeytan karşıtlığı üzerinden kurmuştu. Şeytan, daha önceki inançlarda belirtilen kötülüğün, tanrı iyiliğin karşılığıydı.  İyinin karşılığı olarak gökyüzü devletini, kötülüğün görüngüsü ise yeryüzü devletini gösterilmiştir. Ona göre yeryüzü devleti, şeytanın isyanıyla başlamış, Asur ve Roma İmparatorlukları’yla gelişmiştir. Buna karşın tanrının devleti olan gökyüzü  devleti, Yahudi halkında belirmiş olan İsa’nın krallığıdır. Yeryüzü devletleri fani  olup zaten yıkılıp gideceklerlerdir. Amacı ahengi ve huzuru sağlamak olan gökyüzü devletinin yeryüzündeki temsilcisi kilisedir. Söz konusu mücadele ebediyen sürecek ve sonuçta iyinin zaferi ortaya çıkacaktır. İyinin siyasal organizasyonu yeryüzüne hakim olacak, kötüler cehenneme gönderilecek 

 

Felsefeyi insanın kendisiyle ilgili bir anlam ve anlama çabası olarak gören St.Augustinus, tarihi ise tanrısal iradenin insan türünü korumak amaçlı bütünsel bir planı olarak görür. Platon’dan sonra gelen en parlak beyin olarak nitelendirilen St. Augustinus, ilk tarih felsefecisi sıfatını da kazanmıştır. Eski Yunan felsefesininden hareketle felsefi terminolojiyi dinsel alana taşımış, tarihsel sürecin gerçek bir gelişme olmadığını, sembolik bir durum olduğunu iddia ederek tamamen teolojik bir felsefe yaratmıştır. Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesinin ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları tanrıbilimsel olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Etkisi zaman içinde azalmışsa da Modern felsefede tartışılan pek çok tartışma hala Augustinus üzerinden yürüttülmektedir. 
 
Orta çağda tarihsel olaylar tanrısal bir iradeye bağlı olarak ruhban sınıfınca açıklandı. Zaten bilgi Kilisenin tekelindeydi. Kilise izin vermedikçe kimse bilgi üretemez, yayamazdı. Çünkü insan bilgi ağacının meyvesini, tanrının iznini almadan kopardığı için cezalandırılarak cennetten kovulmuştu. Gerekli olan bilgi İncil'de saklıydı. Ruhban sınıfından tarihçiler, insanlık tarihine ait ilk bilgileri İncil'den araştırıp yazarlardı. Tarihi gerçekliği olmayan Luka İncilini inceleyerek Hristiyan din adamları ve araştırmacıları tarafından ortaya konulan bu yazılar, matbaa henüz bulunmadığı için yine ruhban sınıfı tarafından el yazmalarıyla çoğaltılırlardı.  Erken Orta Çağ'da tarih yazımı yıllıklar ya da yıl yıl kaydedilen kronikler hâlinde olmuştur. Bu nedenle teolojik tarihte, olayların sebep ve sonuçlarının incelenmesini zordur. 
 
Grekler tarihi geçmiş, şimdi ve gelecek ile ilişkilendirilmeyip sadece geçmiş olarak ele alırken orta çağda, dini inançlar  doğrultusunda tarihe; ilk günahtan kıyamete ve Tanrı Mahkemesine kadar süren; başlangıcı ve bitimi olan, bu sürede süreklilik ve gelişim gösteren zaman olarak bakılmıştır. Hristiyan inancına bağlı olarak tarih döngüsel değil, çizgisel olarak görüldü. Tarih, tekerrürden ibaret değildi. Sonunda Tanrı Devleti yeryüzüne inecek, bütün insanlar günahlarından kurtulmuş olarak, günah korkusu olmadan,  mutlu ve huzurlu şekilde yaşayacaktır. 
 
Teolojik tarihin bir diğer örneğine İslam coğrafyasında rastlanmaktadır. VII. yüzyılda, Peygamberimiz Hz. Muhammet'in ölümünden sonra, hayatının yeniden yazımlarıyla, İslam tarih yazıcılığı gelişmeye başlamıştır. Çeşitli kaynakların Muhammed ve sahabelerine dair pek çok çelişkili anlatımlarından dolayı kaynakların doğruluğu sınanmalıdır. Bu kaynak sınaması için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir; Rical ilmi, hadis ve İsnad gibi. Bu yöntemler daha sonra İslam'ın Altın Çağı'nın tarihi kişilikleri için de uygulanmıştır. En ünlü İslam tarihçilerinden İbn-i Haldun (1332-1406), İslam tarih yazımının, kültür tarihinin ve tarih felsefesinin öncüsü olmuştur. Tarih çalışmalarını Mukaddime ve Kitâbu'l-İber eserlerinde toplamıştır. Ortaçağ İslam Dünyası'nın tarihçileri insanlık tarihiyle de ilgilenmişlerdir. Nitekim İbn-i Haldun, sosyoloji bilimi kurulmadan önce, toplum yaşamına dair ilk fikirleri ortaya koyan kişi olarak bilinir. Bu nedenle Batı dünyasında dahi bazı kaynaklarca sosyoloji biliminin kurucularından sayılmaktadır.
 

Bilimsel tarih

Orta Çağ'ın sona ermesiyle, Rönesans ve keşifler dönemi, feodalizmin sonunu getirdi. Feodal ekonomi döneminde, dünyadaki zenginliğin sabit olduğuna, bir ülkenin zenginleşmesinin ancak diğerlerinin aleyhine olması ile mümkün olacağına inanılırdı. Bu da genellikle fetihlerle olabilirdi. Ticaret vardı elbette, ama ticaretin büyük bir kısmı, otuz kilometrelik bir mesafe içinde gerçekleşirdi. Zamanın saklama, depolama ve ulaşım imkânları ancak buna izin veriyordu. 16. yüzyılın başlarında, dünyadaki toplam mal ve hizmet üretiminin değerinin 250 milyar dolar kadar olduğu, kişi başına düşen üretimin 550 dolara ulaştığı tahmin edilmektedir. Bugün dünyadaki mal ve hizmet üretiminin 60 trilyon dolar, kişi başına üretimin 8 500 dolar olduğunu hatırlarsak, o dönemlerdeki dünya ekonomisinin bugüne göre ne kadar sınırlı kaldığını daha iyi kavrayabiliriz. 
 
Feodal ekonominin küçüklüğünü yansıtan bu tablo insanlar için de aynıydı. Zenginlik ya miras yoluyla gelir ya da diğer insanların fakirleşmesiyle mümkündü. Bu nedenle kutsal din kitaplarında, özellikle Hristiyanlıkta, zenginlik ve servet peşinde koşma hoş görülmezdi. Ticaret de servetin yaratılma aracı olduğu için hoş karşılanmazdı. İnsanlar sadece Tanrıya inanmalı, ibadetini yaparak çalışmalı, Tanrı onlara rızkını verirdi. Bu anlayış, Protestanlığın gelmesiyle çok farklı bir hale gelecekti. Protestanlık, Katolikliğin aksine; tevekkülü değil, çalışmayı emrediyordu. Bu dönem, yavaş yavaş sanayileşmenin dolayısıyla seri üretimin başladığı yıllardır. Üretim artınca, pazar yetmiyor, mallar yerel pazarlardan dışarıya taşma ihtiyacı gösteriyordu. Komşu pazarlar beyliklerin, şehirlerin kendi kuralları, kendi paraları ile yönetiliyordu. Yeni pazarların yaratılması için ortak alışveriş kurallarına, güvenilir paraya,  değiştirilebilir para birimlerine güvenli ulaşım yollarına ihtiyaç duyuluyordu. Bu da o zamanlar küçük beyliklerle, prensliklerle idare edilen feodal yapının başaracağı bir iş değildi. Nitekim bu küçük prenslikler, beylikler, şehir devletleri, güçlü bir kralın buyruğu altında birleşerek güçlenmeye, bütünleşmeye başladılar. Böylece "Ulus" kavramı ortaya çıktı. Ulus bilincinin yaratılması için insanların kendi ataları, toprakları ve onun tarihi hakkında bilgi sahibi olması gerekiyordu. Fakat henüz okul eğitimi yoktu. Halk okuma yazma bilmiyordu. O zamana kadar aristokratlara hizmet eden ozanlar, hikaye anlatıcıları halka döndüler, kahramanlık öykülerini tekrar tekrar anlatarak ulus bilincini yaratmaya çalıştılar. Birbirine yakın mahallerde dahi farklı diller konuşuluyordu. Dil birliği sağlandı. Bu dönemde ayrıca ulusal ve siyasal tarih anlayışı hakim oldu. Hümanizma, rönesans ve reformların da etkisiyle tarih yazıcılığında laiklik öne çıkarken dini ve ahlaki etki hala sürmekteydi. Ulusal tarih anlayışında ahlaki ve öğütsel motifler öne çıkarken siyasal tarih anlayışında bu motifler görülmez. Rönesans öncesine rastgelen bu dönemden sonra tarih, devletler ve milletler üzerine yazılmaya başlandı. 
 

Machiavelli

Tarih yazıcılığında ahlaki ve öğütsel motiflerden sıyrılarak, olanları gerçek nedenleriyle anlatılması gereğini ilk Machiavelli (1469-1527) ortaya koymuştur. Ona göre devletler arasındaki düşmanlık ve ikiliklerin nedenleri, gerçek politik nedenleriyle araştırılmalıdır. O tarih yazıcılığına siyaset felsefesi gözüyle bakmaktadır. Bu dönemde başta F. Bacon (1561-1626), T. Hobbes (1588-1679) gibi düşünürler önceki tarih bilgilerine şüheyle yaklaşmış, önem vermemişlerdir. Bu şüphe, Aydınlanma dönemi boyunca yapılan çalışmalar ve tarih yazımında uygulanan titiz yöntemler sayesinde, 18. yüzyılda kalkacak ve  tarihe bilimsel bir bakış açısı kazandırılacaktır. 
 

Voltaire (1694-1778)

Tarihe bilimsel kimlik kazandırma yolunda önemli kazanımlar sağlayan  ilk aydınlanmacılardan biri, Fransız filozof Voltaire'dir. Voltaire, olup biten her şeyi tanrıya bağlayan kilisenin yazdıklarını ret ederek özgür tarihçiler tarafından felsefi olarak yazılmış bir tarihe ihtiyaç duyuyordu. Ona göre tarih sadece batının tarihi dikkate alınarak düşünülemez. Diğer ülkelerin tarihi de ele alınmalıdır. Toplumların tarihinin, sosyo-kültürel yapısıyla ele alınarak, genel niteliklerin ortaya konulması gerektiğini düşünmektedir. "Birincil amacım, siyasi ya da askeri tarih değil; sanat, ticaret, uygarlık tarihi, yani insan aklının tarihini yazmaktır." diyen düşünür, tarih yazımını diplomatik ve askeri olayları anlatan gelenekten koparak, toplumsal yaşamı, bilim ve sanattaki gelişmeleri vurgulamıştır. "Âdetler Üzerine Bir Deneme" adlı eserinde, dünya uygarlığının gelişimini evrensel bağlamda izlemiş ve tarih yazımında hem milliyetçiliği hem de geleneksel Hristiyan bakış açısını reddetmiştir. Voltaire, bilginleri doğanın normal akışına aykırı olan hiçbir şeye inanmamalarını öğütlemiştir. Voltaire, çalışmalarında geçmişi incelemek için Aydınlanmanın değerlerini kullanmıştır. Tarihyazımını; Antikçiliğe, Avrupamerkezciliğe, dini hoşgörüsüzlüğe, büyük adamlara, diplomasiye ve savaşa odaklanmaktan kurtarmaya çalışmıştır. Gerçek tarihi yazmak için titizliğe çok önem" vermiş, kanıtların sıkı bir şekilde incelenmesini, neyin önemli olduğunun belirlenmesinin önemine vurgu yapmıştır.
 
18.yüzyılda hala döngüsel tarihe inananlar da bulunuyordu. Giovanni Batistta Vico'ya göre tarih; tanrıların dönemi, kahramanlık dönemi ve insanlık toplumu evrelerinden ibaretti. Devlet, kahramanlık evresinde ortaya çıkıyor ve aristokrasiyi temsil ediyordu. İnsanlık çağında ise demokrasi, adalet ve özgürlük bulunuyor. En sonunda bir çöküş olur ve yeniden tanrılar dönemine dönülür.  Vico'nun en önemli söylemi, "Tarihi tanrısal bir plan dahilinde, insanların  yapmış olduğu"nu söylemesidir. Bir bakıma ilk çağ inancına paralel olmakla beraber Nietzsche'nin tarih anlayışına da paralellik gösterir. Ama tarihi insanların yaptığını söylemesi bakımından Marx'a benzer. 
 

Jean-Jacques Rousseau

Aydınlanma döneminin en önemli düşünürlerinden olan J.J. Rousseou (1712-78) Tarih felsefesinde önemli bir yere sahiptir. İnsanın doğuştan iyi olan doğasının, toplum haline gelme sürecinde bozulduğunu, tarihin, bu bozuluşun tarihi olduğunu vurgular. Rousseau'nun özgürlük ve eşitlik kavramları, aydınlanma felsefesinin temeli olmuştur. İnsanın doğal durumdan çıktıktan sonra kendisine yabancılaştığını belirten Rousseau, bunun ancak özgürlük ve eşitliğin olduğu bir toplumda aşılabileceğini söyler. Doğal eşitliğin ortadan kalkmasını pekiştirmek için toplumsal sözleşme ile insanlar birleştirilmiş, özel mülkiyet meşrulaştırılmış ve özgürlük, eşitlik rafa kaldırılmıştır. O, özgürlüğü insanların kanunun yapımına katılımı olarak düşünmüş ve iktidarların buna uymaması durumunda halkın devrim yapma hakkının bulunduğunu savunmuştur. Bu sözleriyle Marksizmi etkilemiş bir aydındır.
 

İdealist tarih anlayışı

18. Yüzyıl aydınlarından İ. Kant, (1724-1804) tarihe farklı bir bakış açısı getirmektedir. Kant'a göre, bilginin evrensel ve kabul edilebilir olması için, hem akla hem deneye dayanması gerekir. Kant’ın sistemleştirdiği idealizm; "Gerçekliğin, idea-fikirlerden oluştuğunu, insan bilincinin dışında var olamayacağını ile süren" bir felsefe ekolüdür. Dolayısıyla Kant; tarih gerçekliğinin, tanrısal veya ruhani olamayacağını; tarih bilgisinin, insan bilincinin dışında değil, tamamen fikirlerden oluştuğunu ile sürer. Alman İdealistlerinin öncüsü olan Kant'a göre tarihi belirleyen de düşünceler, fikirler, idealardır. Yani dış dünyanın, olayların zihnimizde bıraktığı imgelerdir. 
Kant tarihi, karmaşık ve düzensiz akış içerisinde, insan yeteneklerinin yavaş ama sürekli gelişimini izleyebileceği bir izlek olarak görür. Temsil ettiği akım "İdealist Tarih" olarak adlandırılır. İdealist tarih, Ütopik tarihten farklıdır. XVI. Yüzyılda Thomas More tarafından Ütopya kitabı üzerinde kurgulanan Ütopya tarihi, tarihi; ekonomik sıkıntılara çözüm bulma, en iyi toplum düzenini oluşturma, bilim ve teknolojinin ilerlemesi açısından inceler. 
 
Kant, aynı zamanda tarihi "Dünya yurttaşlığı, evrensel birlik, cumhuriyetçi dünya devleti düşüncesine ve insanın özgürlüğüne doğru ilerleyen bir süreç" şeklinde ifade eder. Onun inancı; "Olayların çokluğu nedeniyle tarihin akıl bilgisini yaratamıyacağımızı, tarihte her şeye yön veren temel bir neden bulamayacağımızı ama insanlığın  ilerlemesini görmek için tarihe bakılması gerektiğidir. İlerlemenin olduğu yerde amaç vardır. Çünkü kainatta her şey bir ereğe doğru ilerlemektedir. Tarihsel açıdan da bu ilerleme güdüsünün, ereğinin "Özgürlük" olduğunu söyler. Kant, insanın özgürlüğe doğru ilerlediğini kabul etmeden tarih felsefesi yapılamayacağını belirtir. Ancak böyle bir tarih felsefesi, ereksel düşünen pratik aklın bir kurgusu, hipotezi olarak düşünülebilir. Böyle yazılan tarih, hipotetik bir tarih olacaktır. Bir başka deyişle, olabilmesi arzu edilen şeyler üzerinde düşünerek araştırılmış ve yazılmış tarih. Kanta göre Hipotetik tarihin ölçütü "Dünya Vatandaşlığı" olacaktır. 
 

Pozitivist tarih anlayışı

August Comte'un (1798-1857) önderlik ettiği Pozitivizm de metafiziği reddetmiş, onun yerine deney ve gözleme dayanan “Pozitif bilgiyi” koymuş bir bilim felsefesidir. Gerçek bilginin insan bütünlüğü içerisinde beş duyu organı yoluyla ortaya çıkarılabileceği temel alır. Comte'a göre fen dediğimiz doğa bilimleri evrensel, akla, deney ve gözleme dayanan birçok yasaya sahip olmuştur. Sosyal bilimler alanında da aynı ya da benzer zorunluluk olmalı, bilim sıfatını taşımaları için evrensel, aklî, deney ve gözleme dayanmak zorundadırlar. Bu nedenle Comte da tarihi bilim saymamış, tarihin yerini sosyolojiye vermiştir. Onun felsefesinin öznesi insan değil, toplumdur.
Comte, yaşanmış ve yaşanmaya devam eden tarihsel süreci Üç Hal Yasası ile izah etmiştir; teolojik, metafizik ve pozitif evre. Teolojik ve Metafizik evrede insanlar genellikle olayların ilk ve son sebeplerine yönelmiş, olguları yaratan nedenlerin kavranamaması durumlarında olayları doğaüstü gücün müdahalesi ile açıklamışlardır.  Son aşama olan Pozitif evrede insanoğlu aklı, muhakeme gücü, deney ve gözlemle olayları ve olguları kavrayabilir. Pozitif tarih anlayışında, tarihsel süreç ile doğal süreç arasında hiçbir fark yoktur. Bahsettiğimiz üç aşamayı insan hayatındaki üç evre ile de ilintilendiren Comte, teolojik evreyi çocukluk dönemi, metafizik evreyi gençlik dönemi, pozitif evreyi de olgunluk dönemini olarak tanımlamıştır.
 
19. yüzyıla “"Tarih yüzyılı" dedirten en önemli filozoflardan biri olan George Wilheim Friedrich Hegel (1770-1830), rasyonalist bir filozof olmakla beraber idealist akımın ve Alman idealizminin de en büyük temsilcisidir. Diyalektiği ilk defa sistemli olarak uygulayan kişidir. Tarih felsefesinin kaynağını Voltair'den almıştır. Tarih felsefesini, Voltaire gibi o da sadece olguların betimlenmesi olarak görmez. Aynı zamanda ortaya çıkış ve bitiş nedenlerinin diyalektik yollar kullanarak yani akıl yürütme ve karşıtlıkları ile birlikte sorgulamayla kavranıp algılanması olarak görür.
 
Hegel’e göre tarih; "İnsanın kendi öz bilgisine doğru ilerleme" sürecinden başka bir şey değildir. Felsefe tarihinin en önemli gelişmesi olan Diyalektik Materyalist ve Tarihsel Materyalist öğreti,onun metodu üzerinde yükselmiştir. Hegel Diyalektiği, "Tez-Antitez-Sentez" yöntemi üzerinde ilerler.  Bilince erişim, tarihsel süreç içinde oluştuğu fikrindedir. Bilinç akışkan ve dinamiktir. Tarih içinde karşılıklılık üzerinden değişmektedir. Yani bilinç tarihi, tarih de onu değiştirmektedir. Tarihin itici gücü de budur. 
 
Hegel, sorgulamaları sonunda insanın, varlık olarak Tanrı ile aynı ruha sahip olduğuna inanır. Kant’ın etkisiyle tarihi, insanın özgürleşmesinin tarihi olarak görür. Ona göre dünya tarihinin felsefe kuramı; ruhun  kendi özgür iradesine olan farkındalığının gelişmesini ve bu özgürlüğün tekrar tekrar kendini keşfetmesini, gerçekleştirmesini yansıtır. Bu gerçekleştirme, binlerce yıl gelişim mücadelesi veren çeşitli kültürlerin araştırılmasıyla ve bu özgürlüğün kendi içlerinden dışa vurulma yollarının anlaşılmasıyla görülebilir. Bu manada esas soru devletin nasıl ortaya çıktığıdır. Devlet kavramının temeline ulusu yerleştirir. Ona göre devlet, tarihsel gelişmenin ve değişimin başlıca vasıtasıdır. 
 
Hegel, Batı düşüncesini halen etkilemeye devam eden Avrupa merkezci tarih anlayışını ve ideolojiyi mayalamış olan devlet-ulus zemininden ulus-devlete ulaşmış bir filozoftur. Ulus-devlet oluşumunda ve bireylerinin yurttaşa dönüştürülmeleri sürecinde tarihe ayrı bir fonksiyon yüklemiştir. 
 
Nietzsche kendi çağının bir tarihçilik hastalığına yakalandığını söyleyerek Hegel'e ve diğerlerine karşı çıkar. Ona göre, yaşama ve kültür açısından tarihe düşkünlüğün sakıncaları vardır. Her şeyi tarihselleştiren bu anlayış, insani ve toplumsal olan her şeyi tarihe tutsak etmiştir. Bu öğretiye göre insan; kendini edilgin görecek, değer ve inançları, gelenek ve ülküleri ona miras kaldığı sonucuna ulaşacak, sonuçta tarihsel olduğunu düşündüğü gelenek ve değerleri sorgulamayacaktır. Bu tür değerlere ve tarihe böylesine bir bağlılık insanın yaratıcılığına engeldir. Ona göre Hegel, insanın yaşam ve yükselme mücadelesini körelttmiş, insanı silikleştimiştir. 
 
Nietzche'ye  göre yaşamı tarihin içinden çıkarmayıp tarihi yaşamın içinden çıkarmak gerekir. Nietzsche, tarihe daha pratik ve öğretici yaklaşmaktadır. Bu anlamda üç farklı tür tarihten söz eder; anıtsal tarih, antik tarih ve eleştirel tarih. Anıtsal tarih insanların büyük başarılarının örnekler verilerek anlatıldığı tarihtir. Antik tarihte ise insanlığın başından geçenler, yaşadığımız çağın dünya görüşü açısından anlatılır. Antik tarih, tarihçinin kendi dünya görüşü ve düşünce modelinin diğer dünya görüşleri ve düşünce modellerinden yalnızca birisi olarak görülmediği, bu yüzden tüm olup bitenlerin tek bir açıdan anlatıldığı tarihtir. Eğitim bakımından asıl yararlı olan tarih ise eleştirel tarihtir. Çünkü bu tarih insanı zorlayıcı, baskı altında tutucu geleneklerden ve tarihe tutsak olmaktan kurtarır. Ona göre tarih güç istenci peşinde koşan insanların ve grupların kendi varoluşları açısından bağlı oldukları sınırsız sayıdaki ilgilerinin savaş alanıdır. Tarih böyle sınırsız ilgilerin savaş alanıyken biz de tarihe kendi ilgilerimiz açısından yöneldiğimizde artık tarihte bir nesnellikten söz edemeyiz. Nietzche'nin, tarihin en amansız eleştirmenlerinden biri olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. 
 

Diyalektik-Materyalist Tarih (Marksist Tarih)

Karl Marx ve Friedrich Engels, Hegel ile birlikte düşünce alanında devrim yapmış en ünlü filozoflardandır. Onların geliştirdiği Diyalektik Materyalizm teorisi, felsefenin yönünü tamamen değiştirdiği gibi bir çok bilime de esin kaynağı olmuştur. Nitekim tarihin bilim olup olmadığı tartışmaları arasında getirdikleri Diyalektik Materyalizm yaklaşımı, bunlara cevap niteliğindedir. Hegel'in daha önce ortaya koyduğu Materyalist felsefeyi, nesnel İdealizminin sınırlılıklarından kurtarmışlar ve bir temele oturtmuşlardır. 
 
Diyalektik Materyalizm felsefesine göre her şey karşıtlığını içinde taşır. Herşey hareket halindedir ve hiçbir şey sabit ve durağan değildir. Dolayısıyla tarihteki olayları bugünkü görüntüsüyle değil geçtiği zamanın koşulları, o dönemin anlayışı ile değerlendirmemiz gerekir. Geçmişteki olay ve süreçlerin sadece kendilerine bakılarak anlaşılamayacağı, onların içinde gerçekleştiği koşulları dikkate alarak anlayabileceğimizi belirtir. Her olay ve süreç, belirli tarihsel koşullarda, belirli başka olay ve olgularla ilişki içinde gerçekleşmiştir ve bu özgün koşullar olay ve olguların karakterini şekillendirir.
 
Bu düşüncelerle tarihi inceleyen Marks, tarihi;  ekonomik koşullara ve baskın üretim araçları tarafından belirlenen toplumsal yapıya göre şekillendirir. Ona göre Batı Avrupa'da beş ardışık materyalist gelişim tamamlanacaktır. İlk aşama ilkel komünizmdi, mülk ortak paylaşımdaydı ve yönetim kavramı yoktu. İlkel Komunizm, ikinci aşamada yerini köle toplumuna bıraktı. Bu aşama toplumda sınıf  ve devlet yapısı oluştu. Üçüncü aşama Feodalizmdir. Sonunda Aristokrasi, ruhban sınıfıyla işbirliği yaparak ulus kavramını yaratmış ve devleti kurmuştur. Var olan Feodal yapı; burjuvalar (Şehire yerleşen gözü pek eski serfler, ticaret ve hizmetle uğraşan ileri gelenler) önderliğinde devrimle  (Fransız Devrimi sanıldığı gibi bir halk devrimi değildir)  Feodalizmi yıkmış, Kapitalizmin önünü açmıştır. Kapitalistler piyasa ekonomisi adı altında özel mülkiyete dayalı  parlamenter demokrasiyi kurarak güya eşitsizliği ortadan kaldırmıştır. Marx son aşamada, proleter devrimi ile sosyalizmin kazanmasını ve mülkiyetin komünal olarak kullanıldığı Komünizmin egemenliğini öngörmüştür. Hristiyanların Cennet Krallığının yeryüzüne inmesinin bir başka metaforu…
 
Marks, felsefesinin temeline kendi ifadeleri ile ilimselleştirdiği Materyalizmi koydu. Onun ortaya koyduğu bilimsel materyalizm, İdealizmin karşıtıdır. İdealizmde "İdealar yani fikirler önce gelir. O fikirler maddeyi görür, tanır. Bilimsel materyalizm ise düşüncenin her türlü gerçekliğin madde üzerinden olduğunu iddia eden bir düşünme ekolüdür. Hegel'in diyalektiğin temel belirleyicisi olarak kullanmıştır. Nasıl mı? Hegel'in diyalektiği düşünce ile başlayıp doğayla devam edip tin ile biterken Marx’ın diyalektiği doğa ile başlayıp düşünce ile devam etmiştir. 
 
Bu çığır açan felsefenin yaratılmasında, Friedrich Engels, (1820-1895) ihmal edilemez bir öneme sahiptir. Protestanlığın ilk dönmelerinde, Almanya'da oluşmakta olan kapitalist yapıyla Almanya köylülerinin sınıf ve  toplumsal mücadelelerini incelediği kitabı  "Almanya'da Köylü Savaşı" her ne kadar arşiv belgelerinin incelenmesi konusunda büyük eksiklikleri olsa da eser, aşağıdan tarih ve sınıf incelemesi konularında ilk çalışma niteliğinde olması ve diyalektik analiz kullanmasıyla büyük önemi haizdir. Engels'in bir diğer çalışması, "1844 İngiltere'sinde İşçi Sınıfının Durumu", Britanya siyasetinde sosyalistlerin itici bir güç oluşturmasında etkili olmuştur.
 
Marx ve Engels “Biz yalnızca bir bilim tanırız, o da tarihtir.” diyerek tarihin devasa mirasını dikkate alarak doğa-toplum bütünlüğü üzerinden bir durum tespiti yapmaya çalışmışlardır. Çünkü onlara göre doğa tarihsel bir ürün ve doğa bilimleri de doğanın insan emeği ve üretimi ile şekillenerek ortaya çıkmıştır. Marx ve Engels, tarihi anlamak ya da açıklamaktan ziyade dünyayı değiştirme amaçlarının vasıtası olarak yorumlamak istediler. 
 
Bu ekolün diğer ünlü isimleri R.H. Taeney, Max Weber, Eric Hobsbawm, gibi isimler, önemli eserlerinde toplumsal yapıyı incelemişler ve tarih bilimine ışık tutmuşlardır. "Tanrının Cezası" kitabımı yazarken bu yazarlardan esinlendiğimi özellikle belirtmeliyim. Marksist tarihçilik; işçi sınıfı mücadelesine, bastırılmış uluslara ve Aşağıdan Tarih yöntemine önemli katkılar yapmış olsa da tarihin doğasının önceden belirlenmiş olması savıyla ilgisini XX. yüzyıl son çeyreğinde önemli ölçüde kaybetti.
 

Romantik tarih anlayışı

19. yüzyıl pozitivist Alman kökenli tarih anlayışına ilk ciddi meydan okuma, Romantik akım tarihçilerinden Leopold Von Ranke'den (1795 -1886) gelmiştir. Ranke’ye göre tarih, amatörlerin elinden kurtarılmalı ve geçmiş profesyonellerce olduğu gibi tespit edilerek yansıtılmalıdır. Tarih, bilimsel bir disiplin ve kültür kaynağı olmalıdır. Araştırmalarda mutlaka filoloji ve eleştirel yöntem kullanılmalıdır. Romantik tarih anlayışı, ulus bilincinin yaratılma döneminde zafer ve başarılara dair sunduğu bilgilerle, milliyetçiliğe önemli düşünsel lojistik destek sağlamıştır. Romantikler, milli kimlik kavramını tarihin öznesi yapmaya çalışmıştır. Romantik anlayış, Namık Kemal, Ziya Gökalp gibi Türkçülüğün ileri gelen isimlerini etkilemiştir. Romantik tarihçilerin etkisi günümüzde de sürmektedir. 
 

XX. Yüzyılda tarih yazımına yaklaşımlar

Annales (Yıllıklar) okulu tarıh anlayışı

Fransız Annales Okulu, 20. yüzyılda, Fransa'da, tarih çalışmalarının odağını, diplomatik ve siyasi konulardan uzun dönemli toplumsal tarihe yönelterek, tarih yazımını kökten değiştirdi. I. Dünya Savaşı'nın bitiminden kısa bir zaman sonra yayınlanan "Yıllıklar: Ekonomik ve Sosyal Tarih" dergisi, Rankeci tarih anlayışına tepki göstererek, tarihin; sosyal olgular ışığında incelenmesi gerekliliğinin düşünenlerce çıkarıldı. Bu ekole göre geleneksel tarih yazımı güvenilir değildi. Sadece siyasi olay ve figürleri temel alarak yazılmış, "Belgeci" bir tarih, bize her şeyi anlatamazdı. Tarihçiler, araştırmalarda göz ardı edilen, daha ötedeki insan davranışlarına ve faaliyetlerine de odaklanmalı, bunun için;  sosyoloji, antropoloji, psikoloji, dil bilim ve coğrafya gibi çeşitli başka disiplinlere başvurmak gerekliydi. Böyle araştırılarak yazılan bir tarih, tarihi yaratılmış putlardan, belge fetişizminden, kişi bağlamlı rafinerizasyondan ve aşırı yüklemelerden kurtaracaktır. Okulun kurucularından Mark Bloch'a göre tarihin konusu geçmiş değil, insandır. 
 
Annelesçiler; bireyi, kurumları, düşünsel birikimleri ve çevreyi tarihin konusu yaparak tarih alanında büyük bir genişlemeyi başarmışlardır. Tarihi ‘"Anlama’" yerine ‘"Açıklamayı" misyon edinen Annalesciler, analitik yöntemlerle multi-disipliner çalışmalar yapmalarının yanısıra "Karşılaştırmalı tarih” anlayışını da eserlerine yansıtmışlar, tarihin putlarına saldırarak kendi tarihi anlayışlarına alan açmışlardır. Annalesçiler, gelişme ve üstünlüğe dayalı Batı Narsizmi’ni de kısmen sarsarak tarih anlayışında köklü değişimler gerçekleştirmişlerdir. 
Annales tarihçilerinin düşüncelerinde, iki dünya savaşı ve Fransa'daki sayısız siyasi çalkantılardan sonra değişiklikler oldu. Uzun dönem etmenler olarak coğrafya, iklim ve nüfus öne alındı. Derinlikli yapıların devamlılığının tarihe olan önemine inandılar ve toplum yaşantısının üst yapısındaki ve kurumlardaki dalgalanmaların önemsiz olduğunu, tarihin bilinçli kişilerin, özellikle de devrimcilerin iradesinin çok ötesinde olduğunu düşündüler. 1968 yılında Avrupa'daki ve özellikle Fransa'daki siyasi çalkantıları göz önünde bulundurarak, Marksist tarihçi Eric Hobsbawm; Annales gibi yaklaşımların sanal egemenliğinin sona erdiğini söledi. Nitekim Annales Akademisyenleri, dünyanın farklı bölgelerine dağılarak o bölgelerin farklı dönemlerinin toplumsal, iktisadi ve kültürel tarihini kopuk kopuk tamamlamaya çalıştılar. Annales Okulu, iktisadi, siyasi ve nüfus araştırmalarını şekillendiren ABD ve Britanya'daki niceliksel gelişmeleri görmezden geldiği için de eleştirildi. 
 
Annales Okulu, Türk tarihçiliği ve tarihçileri üzerinde de önemli etkiler yaratmış, başta Ömer Lütfü Berkan, M. Fuat Köprülü, Halil İnalcık olmak üzere birçok tarihçiyie sosyoekonomik tarih araştırmaları için ilham olmuşlardır.
 

Whig tarihi

Whig'ler, İngiltere'de mutlak monarşiye karşı çıkarak anayasal monarşizmi ve parlamenter sistemi destekleyen siyasî bir hizip olarak ortaya çıktı. Mutlakiyeti yıkan 1688 Devrimi'nde merkezi bir rol oynamışlardı. 1688 zaferiyle birlikte, “Whig” kavramı daha da genişleyerek liberal-parlamentarizm yanlısı, özgürlükçü siyasal tutumu simgeleyen grup ve şahıslar için kullanılmaya başlandı. Tarih açısından ise Whig; İngiliz tarihinin, Anglo-Sakson krallığından emperyalist döneme kadar olan tarihini, parlementer demokrasi, ticari toplum, endüstriyel devrimle barışçıl ve sürekli mükemmelleşen bir tarih olduğunu vurgular. Whig tarihi terimi, ilk defa Herbert Butterfield tarafından 1931 yılında kullanıldı. Geçmişin daha büyük aydınlanmalara ve özgürlüklere doğru gelişiminin; özgürlükçü, liberal demokrasi ve modern anayasal  monarşiyle olacağını ifade eder. Terim Britanya tarihi dışında diğer tarih dallarında da kahraman temelli ve dönem tarihçiliği anlatılarına tepki olarak geniş biçimde uygulanmıştır. 
 
Whig tarihindeki bütün olay ve olgular, bütün dünyaya model olması beklenen İngiliz tarihindeki özgün ilerleme çizgisinde, teleolojik bir nedensellik içinde, kavranması gereken bilgi birikimidir. İngiliz tarihçisinin görevi, bu modern ilerleme çizgisini anlama ve meşrulaştırmada, yaşadığı dönemi merkeze alarak geçmiş olguları incelemektir. Buna rağmen 20. yüzyılın ilk yarısına kadar Whig tarihçilik ekolü eleştiri konusu olmamıştı. Herbert Butterfield, Whig  tarihçilerinin geçmiş olayları çarpıttıklarını beliirtmiştir. 
 
Bugün hâlen Whig tarihçiliği; ilerlemeci-teleolojik okumacılığı, Aydınlanma geleneğini takip etmesi ve İngiliz ulusal tarihini incelemede temel metodolojik araç olması bakımından İngiliz tarihçiliğinde baskın konumdadır. Ayrıca ilerlemeciliği önceleyen tarih anlayışlarının, Avrupa ve İngiliz tarihi merkezinden kurulduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Ne var ki böyle bir kurgudan, Orta Çağ’ı kendi tarihsel koşulları içinde anlamaya yönelik bir çabanın olmasını beklemek zordur. Dolayısıyla tarihin üzerindeki teolojik etkiyi sürdürmesi ve taraflı olması nedeniyle eleştirilmiştir. 
 
Whig tarihi, I. Dünya Savaşından sonra Avrupadaki yeni yerleşimin, yabancı ve yerli düşmanlara karşı başarılı biçimde savunulduğunu ifade ederek yeni yasal düzenin ve mülkiyet güvenliğinin, özgürlüğün ruhuna uyumlu olduğunu savunmutur. Özellikle ABD ile varılan mutabakatın, İngiltere'nin ve Avrupa'nın lehine olduğunu vurgular. Ancak bu mutabakat I. Dünya Savaşından sonra Avrupa tarihinin yeniden şekillenmesi sürecinde eleştirililmiştir. Düşünürler artık dünyanın sürekli daha iyiye yol aldığına inanmıyorlardı. Yeni akademik nesiller ise Whig tarihini, geçmişi bugünün koşullarına yakınsadıkları için reddettiler.
 
Son yıllarda tarih araştırmalarında geleneksel diplomatik, iktisadi ve siyasi tarihten yeni yaklaşımlara, toplumsal ve kültürel alanlara doğru bir değişim söz konusudur. 1975'ten 1995'e, Amerikan üniversitelerindeki sosyal tarihle ilgilenen tarih profesörlerinin oranı %31'den %41'e yükselmişken siyasi tarihle ilgilenenlerin oranı %40'tan %30'a düşmüştür. Britanya'daki üniversitelerin tarih bölümlerinde 2007 yılında 5.723 öğretim görevlisinden 1.644'ü (%29) kendisini sosyal tarihle ilişkilendirmişken bu sayı siyasi tarihle ilgilenenlerde 1.425'tir (%25). Nitekim XX. yüzyıl boyunca tarih bilimi ve yazımı konusunda; Uzlaşmacı tarih, Yeni Sol tarih, İlerlemeci tarih gibi  çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan bahsetmek için henüz erken diye düşünüyorum. Ama İnsan Tarihi yaklaşımından bahsetmeden geçmek olmaz. 
 

İnsanlık tarihi yaklaşımı

Ayrı bir tarih dalı olarak, 1980'lerde oluşmaya başlayan İnsanlık tarihi yaklaşımı, tüm kültürler arasında yaygın olan kültür örüntülerine küresel bir bakış açısıyla yaklaşmayı amaçlamaktadır. İki farklı noktaya odaklanmıştır; "Senkretizm" yani insanlık tarihinin akışı tüm insanlığı nasıl bir araya getirmiş ve "Farklılık" yani insanlık tarihi insanlar arasındaki farklılığı nasıl ortaya çıkarmıştır. Önemli temsilcilerinden Arnold J. Toynbe (1889-1975), farklı uygarlıklar üzerinde karşılaştırmalı analizler yapmış ve bunların doğuş, büyüme ve çöküş dönemleri arasında çarpıcı benzerlikler bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu uygarlıkların her birinin geçtiği aşamaları belirleyerek modelleme yapmış, kültürlerin; doğuş, büyüme, çalkantılar ve dağılma dönemlerindeki yönetim tarzlarının kültürel etkilerini incelemiştir. Toynbee 1940'lar ve 1950'lerde belki de dünyanın en çok okunan ve tartışılan araştırmacısıydı. Ancak, çalışmalarındaki dini ve ruhani hava nedeniyle hem toplum kesiminden hem de akademik çevrelerden sahip olduğu ilgiyi kaybetti. Son yıllarda çalışmaları nadiren okunmakta ve atıf yapılmaktadır.
 
Bu akımın diğer önemli tarihçilerinden biri de Chicago Üniversitesi'nin Kanada'lı tarihçisisi William H. McNeill'dir. Toynbee'nin çalışmaları üzerinden ilerleyerek yazdığı The Rise of the West (Batı'nın Yükselişi) adlı eserinde; farklı Avrasya uygarlıklarının, tarihin başlangıcından beri birbirleriyle iletişime geçerek, önemli bilgi ve yetenekleri birbirlerinden aldıklarını belirtmektedir. Bu toplumlar, başından beri geleneksel olanla gerekli olan bilgi ve beceriyi denk kılmak için birbirlerine aktarıyorlardı. Sonrasında geçen 500 yıl içinde Batı uygarlığının diğer kültürler üzerine olan belirgin etkisini anlatan McNeill, küresel çaplı insan ilişkilerini esas alan bir yaklaşım sergilemiştir. Bu ilişkiler günümüze yaklaştıkça daha fazla, daha devamlı ve sürdürülebilir olmuştur. 1500 yıl öncesinde, kültürler arası iletişim ağı Avrasya'yla sınırlıydı. Bugün neredeyse bütün kültürler arasında bu iletişim mevcut. McNeill'in kültürel kaynaşmalara dair düşünceleri, yeni tarih kuramı üzerinde büyük etkiye sahiptir
 

Son not

Bu yazıda yer alan bilgiler ne yazık kı sadece batılı kaynaklarla sınırlıdır. Görüldüğü gibi tarih yazımı akışkan bir süreçtir. Doğu ülkelelerinde yapılan çalışmalar ilerledikçe, yeni tarihi gerçekler ortaya çıktıkça tarih bilgilerimiz de güncellenecektir. Yeni nesillerin tarafsız bir tarih yazımına özen göstermesi, amacının insan zihnin özgürleşmesi olması, "Dünya yurttaşlığını" merkeze alması, hamasi söylemlerden uzaklaşması son derece umut vericidir.  Yeni nesilleri daha aydınlık günler bekliyor.
 
Lami Yağcılarlıoğlu  
 
Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: