Çalışmanın Mutluluğu

Çalışmanın Mutluluğu



 

ÇALIŞMANIN YENİ İŞLEVİ

 
Düşünmenin insan olmanın en ayırt edici özelliği olduğuna inanırım. Doğanın bana verdiği bu özelliği ne kadar çok kullanırsam, yaşamıma bir o kadar anlam kattığımı düşünürüm. Düşüncelere dalarken hiçbir şey aklıma gelmiyorsa bugünün bazı olaylarının  bundan 50 yıl, ya da yüz yıl sonraki toplumu nasıl şekillendireceğini düşünürüm. Bazen de bundan 100 yıl önce insanların yaşamındaki en önemli amacın ne olduğunu, toplum ilişkilerini düşünürüm. Bu bana günümüz olaylarını yorumlamakta ve geleceğin nasıl şekillenebileceği daha iyi kavramakta önemli katkı sağlamaktadır. 
 
Günümüz insanının hayatının büyük çoğunluğunu işyerlerinde geçiriyor. Bu gün böyle, ama geçmişte de böyle miydi? Gelecekte de aynı mı olacak?  Genel olarak insanlar içinde bulundukları durumun geçmişten süre geldiğini ve gelecekte de böyle olacağını kabul etme ve yaşamlarını buna göre düzenleme eğilimindedirler. Nesiller de çocuklarını bu doğrultuda yetiştirir. Çalışma nesillerimizin genlerine kodlanmıştır. Kimimiz para kazanmak için, kimimiz hayatına bir anlam kazandırmak için, kimimiz vakit geçirmek için, bazılarımız da bunların ikisi veya hepsini istediği için çalışıyor. "Çalış, güven, öğün", "işleyen demir ışıldar", "karınca-ağustos böceği" hikayeleri, tüm toplumlarda, daha çocuk yaşlarda toplumsal değerlerden biri olarak insanlara öğretiliyor.

Yaptığımız iş kimliğimizin belirlenmesinde önemli bir unsur olarak görüldüğü için, yeni tanıştığımız kişinin adını öğrendikten sonra sorduğumuz ilk soru; "Ne iş yaptığı"dır. 

Tarihte insan çalışmaya hep bu gözle bakmamıştır. Homeros MÖ 3 000 yılında "Çalışmak, tanrının insanlara cezasıdır"  diyordu. Eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalıların, çalışmayı; "Köleler tarafından yapılan bir iş" diye tanımladıklarını hatırlıyalım. Aristoteles de "Çalışma, lanetli insanlar, yani köleler tarafından yapılması gereken bir iştir" diyordu. 
 
Tarih içinde zamanla bu fikir değişmeye başladı. Önce çalışma orta çağda kölelerin değil, serflerin yaptığı bir iş haline geldi. Rönesans devrinde sanatçılar yaptıkları eserlerin, "Tanrının çalışmalarının devamı" olduğunu belirtiyorlardı. Protestan kilisesinin kurucusu Martin Luther de "Çalışma ağır, ruhsuz ve monoton bir iş olmakla beraber cennetin anahtarıdır, tanrının arzularının yerine getirilmesidir" demiştir. XIX. yüzyılda Charles Dickens çalışmayı; "Köreltici, karanlık ve tehlikeli" olarak niteliyecektir.  
 
Sanayi devrimi ile birlikte toplumun yapısında büyük bir değişme oldu. Çalışma, insanların geçimlerini kazanmak için bir zorunluluk olarak görüldü. David Ricardo; "İnsanlar açlık korkusu olmazsa çalışmaz. Dolayısıyla ücretler insanların karnını doyurmasına yetecek kadar olmalıdır" kuramı iş hayatında uzun yıllar hüküm sürdü.  Frederic Taylor "Bilimsel Yönetim İlkeleri"ni geliştirirken insanı bir makine olarak gördü. Bu zamanda sağ doktrinler çalışmayı "İnsanların sevmediği bir şey" olarak ele alırken, sol doktrinler de işçi ile işveren arasındaki bir akit." olarak nitelediler. Adam Smith, Henry Ford, Taylor gibi düşünürler çalışmanın yaşamak için değil bir şeyleri elde etmek için gerekli olduğunu ortaya koymaya başladılar. Bunu uygulamaya ilk koyan da Henry Ford oldu. Sanayi üretiminin sürekli olması, üretilenin sürekli tüketilmesine bağlıydı. Bir avuç zengin bunu sağlayamazdı. Dolayısıyla çalışanlara iyi ücret vererek tüketimin desteklenmesini öngörüyordu. Artık insanlar yaşamak için çalışmıyor, onun yerine bir şeyler elde etmek için çalışıyorlardı. Bir şeyler elde ettikçe daha çok şey elde etme isteği depreşiyor, bu da onları daha çok çalışmaya sevk ediyordu. Çalıştıkça elimizdeki alışveriş listeleri uzadıkça uzuyor, hiçbir zaman sonu gelmiyordu.  
 
XX. yüzyılın sonlarında çalışmaya verilen değer eski çağlara göre tamamen değişmiş, artık çalışma bir zorunluluk olarak ele alınmaya başlanmıştı. Çalışmaya, "İnsanların isteklerini yerini getirmesi için katlanmaları gereken bir çile" gözüyle bakanlar çoğunluktaydı. Onlara göre çalışma hayatı insanları daha stresli yapıyor, evlerine, çocuklarına daha az zaman ayırıyor ve onları hep bir koşuşturma, telaş içinde bırakıyordu. Buna karşın kendilerine ait bir evleri, arabaları oluyor, çocuklarını iyi okullarda okutuyorlar, dünyayı gezip görüyorlardı. Knut Hamsun’un  "Açlık" adlı romanında  en iyi şekilde işlendiğini düşündüğüm "Açlık korkusu", işgücüne katılım oranının en yüksek olduğu sanayileşmiş bölgelerde, artık kimsenin aklına gelmiyor. Günümüzde Ricardo'nun; "Ücretler insanların karnını doyurmasına yetecek kadar olmalı." kuramı eskilerde kaldı. 
 

1776 tarihli ABD bağımsızlık bildirgesinde "Herkesin mutluluk peşinde koşmaya eşit derecede hakkı vardır." deniliyordu.  XXI. Yüzyıl insanı, bu hedefii gerçekleştirmeye çok yakın.

Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: