Kadın Eli

Kadın Eli



 
Arkadaşları ona boşuna "Deli Ayten" dememişti. Aklına eseni fazla düşünmeden yapmaya alışıktı. Çayeli'nde küçük bir dünyası vardı ama mutluydu orada. Nasıl mutlu olmasın ki! Çocukluğundan beri babası onu hep şımartmış, eve gelir gelmez "Gel yanıma benim minik kuşum!" diye seslenip, ailede başkası yokmuş gibi hep onunla ilgilenmişti. Gördüğü ilgi ve etraftakilerin güzelliğine dair sözleri ile büyümüş, kendini bir prenses olarak görmüştü. Her prensesin olduğu gibi onun hayallerini de yakışıklı bir prens süslüyordu. Elbet bir gün prensi onun yerini keşfedecek, dudaklarından öpüp uyandıracak, alıp sarayına götürecekti. Rize ve Trabzon eşrafından talipleri ortaya çıkınca hiçbiriyle ilgilenmemişti. O yörenin erkeklerini asabi, kaba buluyor, hiçbirini beğenmiyordu. Hem beğense de babasının evlenmesine izin vermeyeceğini cümle âlem biliyordu. Oysa akranlarının çoğu, 16 yaşını bile doldurmadıkları halde evlenmiş, çocuk sahibi olmuştu. Ayten ısrarla prensini bekliyordu. 
Ve o prens birgün çıkageldi. Yaklaşık üç aydır gizli gizli buluşuyor, konuşuyorlardı. Tabii ki buluşmalara arkadaşıyla gidiyor, birlikte konuşuyorlardı. Buluşmaları genelde Pazar günleri oluyordu. Askerdi Hasan. Ancak Pazar günleri izinli çıkabiliyordu. Her zamankinin aksine o pazar ikisi de çok durgundu. Bitiyordu Hasan'ın askerliği. Ayrılık gelmiş, çatmıştı. Ayrılacağız diye konuşsalar ya… Cıkk! Bunlar dut yemiş bülbül gibi susuyor, ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlardı. Sonunda Hasan ağır ağır konuştu;
- "Sen de gel benimle!..."
- "… !" 
- "Dedemden kalma bir konakta yaşıyoruz. Dedemgil saraydan geliyor. Padişahın sevgili kulu olduğu için ona verdiği konakta … Biraz eskidi tabii ama saray gibi ev… Çok seveceksin." Ayten mavi gözlerini kaldırıp Hasan'ın gülen gözlerine baktı. Son derece yumuşak bakan, daima gülümseyen, buğulu… O güzler büyülüydü. Bir şey vardı onlarda… insanı içine çeken. Başını öne eğdi Ayten. Parmaklarıyla oynuyordu. Niye gelmişti ki buraya… Ahh o deli yüreği! Peşine takıp onu her yere sürükleyebilirdi. Aslında, yüreğinin sesini dinlemeye can atıyordu. Hep düşlediği, hayalini kurduğu yakışıklı prensi işte gelmiş, onu alıp uzaklara, bilmediği diyarlara götürmekten bahsediyordu. Niye şimdi tereddüt ediyordu? 
 -  "Göreceksin bak! Bizim oraları çok seveceksin. Seni prensesler gibi yaşatacağım. Saraylara layık konakta yaşayacaksın. Birbirinden güzel mekanlardan alış veriş yapmaya doyamayacaksın. Kışın Uludağ'a çıkıp kayak yaparız. Yazın Botanik Park'ta gezeriz. Tiyatroya gider, festivallere katılırız. Yazın deniz kıyısında yüzüp balık avlar, baş başa güneşi batırırız." O hülyalı mavi gözler şimdi gene Hasan'a sevgiyle bakaren içi çaresizlikten kavruluyordu. Neden sonra Ayten; 
 -  "Buradan dışarı… ben bir tek Rize'ye gittim. Rize'den öteye hiç geçmedim…" Bakışlarını gene kucağındaki ellerine indirdi. Şimdi sen bana; "Gel kaçalım!" diyorsun. Ben ailemi nasıl bırakıp da senin peşinden gelirim Hasan?... Hele babamı! Güzel, mavi gözlü, uzun, sarı saçlı bebeğini, 16 yaşına basmama rağmen her sabah, akşam, beni hala "Biricik, güzel kızım" diye çağırdığı kızının kaçtığını duyarsa adam deliye döner. Beni herkes "Babasının göz bebeği" diye bilir. Beni gözünün önünden ayırmamak için kimselere vermezken, biricik kızının bir askerle kaçtığını duysa, abilerimi salar, bulur beni. Olmaz bu iş Hasan. Çılgınım ama bu kadar da değil." Hasan, gözlerini Ayten'in ince, uzun boynuna doladığı, feretiko şaldan kaldırarak;
 -  "Peki! Ne yapacaksın? Çayeli'nde, babanın dizinin dibinde oturup; gençliğinin, güzelliğinin, tazeliğinin solmasını mı bekleyeceksin?" Ayten'in, yaşadığı kararsızlık ve çaresizliğin içinde kopardığı  fırtınayı sezebiliyordu. Onun elini tutmak, göğsüne bastırmak istiyordu ama… "Burda olmaz böyle işler…" diye düşündü. Neden sonra cesaretini toplayarak; "Bursa'nın merkezinde bir işyerim var. Her gün önünden binlerce insan geçiyor. Kimseye muhtaç olmadan gül gibi yaşarız. Orada dünyayı görürsün. Yeni, yeni insanlar tanırsın. Buradaki gibi ömrünü 15-20 insanla geçirmezsin... Kendini düşünmüyorsan doğacak çocuklarını düşün. Onları burası gibi ufacık bir yerde mi büyütmek istersin yoksa kocaman bir şehirde yetişsinler, üniversite okusunlar mı istersin. "
Hasan'ın konuşmasından korkuyordu. O konuştukça söyledikleri yüreğini hafifletiyor, ayaklarını yerden kesiyordu. Göğüs kafesine sıkışıp kalmış minik kuşun çırpınışları, düşünmesini engelliyor, boğazını düğümlüyordu. Aynı anda o kadar çok düşünce ve onlara eşlik eden duygu saldırıyordu ki üstüne, hangisini dikkate alacağını bilemiyordu. Bir an babasının hüzünlü bakışlarını ardında hissederken; sonrasında birden çılgına dönmüş, saldırgan hali gözünde canlanıyordu. Akabinde kendini dört çocuklu halde, beli bükülmüş, çay toplarken görüyor, yorgun argın gece yatağa girerken, yanındaki göbekli, şekilsiz adamın arsız bakışlarını üzerinde hissediyordu. Bu düşünceleri, eve dönünce de devam etti.
 -  "Şimdi dünyanın en harika manzaralı yollarından birine gireceğiz. Buradan itibaren Armelit dağına tırmanacağız." Ayten başını kaldırıp yola baktı. Otobüs, deniz kıyısından içeriye doğru sapıyordu. 
 -  "Neredeyiz?"
- "Giresun'a yaklaşıyoruz. Burası "Yolağzı". Buradan sonrası biraz virajlıdır. Yol tutar mı seni?"
 -  "Babamın, abilerimin anlattıklarından duymuştum. Ama başıma öyle bir şey hiç gelmedi." 
 -  "Aman gelmesin! Dilini ısır."
Otobüs, Armelit dağının doğusundan, zirvesine doğru kıvrıla kıvrıla tırmanan yolda güçlükle ilerliyordu. Yamacın sağ tarafında yer yer fındık tarlaları görülüyordu. Yol giderek dikleşmeye ve daralmaya başladı. Bazı yerlerde iki arabanın geçmesine izin vermeyecek kadar daralıyor, arabalar durarak birbirlerine yol vermek zorunda kalıyorlardı. Öyle ki bir keresinde şoförümüz karşıdan gelen kamyona yol verdiğinde, kamyonun peşine takılmış olan dizi dizi arabaların sonunun gelmesi için dakikalarca bekledik. Belli ki bu dar yolda onlar da kamyonu geçemiyor, kamyonla beraber ağır ağır yol almak zorunda kalıyorlardı. Bir yandan kıvrıla kıvrıla yol alan arabanın sağa, sola savurması, öte yandan dura, kalka ilerleyen arabanın sarsıntıları, Ayten'in içini kaldırıyor, gözünü karartıyor, midesini bulandırıyordu. Başını dik tutamaz olmuştu. Hasan, Ayten'in benzinden durumu anladı, ani bir hareketle yerinden kalktı, arkaya giderek muavinden bir torba istedi. Duruma alışık olduğu her halinden belli olan muavin, otomatik hareketlerle bir tomar naylon poşet arasından iki tanesini çekip Hasan'a verdi. Hasan yerine döndüğünde Ayten başını önündeki koltuğun arkasına dayamış, ellerini karnında kavuşturmuş, gözlerini kapatmıştı. 
- "İyi misin?" diye sorduysa da cevap alamadı. Bu sefer;
 -  "Miden mi bulanıyor?"  diye sordu. Ayten konuşacak gücü bulamıyordu. Başını, belli belirsiz, "Evet" anlamında salladı. Muavin kolonya ile yanlarına geldi.
 -  "Yenge, biraz limon kolonyası al. İyi gelir." 
Ayten güçlükle başını kaldırdı. Avucunu açtı. Kolonyanın minicik deliğinden güçlükle akan, aslında akmayan kolonyayı sert, sert sallayarak dökmeye çalıştı. Ama nafile. Ayakta durmak için öndeki koltuğun arkasını tuttuğu elini de bıraktı. Tam o sırada otobüs ani bir frenle durmak zorunda kalınca muavin dengesini kaybetti, düşmemek için adımlarından destek almaya çalıştı. Düşmeden tekrar ayaklarının üzerinde durmayı başardığında dört adım öteye savrulmuştu. Muavin gülen yüzüyle tekrar yanlarına geldi. Dişiyle kolonyanın naylon minik tıpasını çıkartarak dökmeyi deneyince Ayten'in hala açık olan avucu kolonya ile doldu. Limon kolonyasının ferahlatıcı kokusu etrafı sardı. Etraftaki yolcuların başı Ayten'e döndü. Muavin;
 -  "Sen yalnız değilsin yenge, senin gibi arkada iki yolcu daha var. Merak etme, az sonra tepede mola vereceğiz. Hava alır, kendine gelirsin. Dağ havası gibisi yoktur." Ayten yine başını sallamakla yetindi. Sonrasında başını tekrar önündeki koltuğun arkasına dayadı.
Araba tekrar inliye inliye virajlı ve dar yolda tırmanmaya devam etti. Daracık yolun etrafındaki taşlardan ağaçlar adeta fışkırıyor, uçurum tarafına yaklaşmak istemeyen şoför, yolun sağ tarafına yanaşınca ağaçların dallarına sürtüyordu. Ağaçlar adeta sarp bir duvar gibi yolu çevreliyordu. Sanki dev bir makas gelmiş, ağaçların dallarını tıraşlayarak yolu kapatmalarını önlemişti. Otobüsün homurtusuna arada sırada otobüsü çizen, kesile kesile kalınlaşmış odunsu dalların gıcırtısı karışıyordu.  Armelit dağı yüksek olmamakla beraber, yolun çok sarp olması, yan pencereden bakan insanların yolu göremeyip aşağıdaki nesneleri minik, minik görmesi; Armelit'i, efsanelerdeki başı dumanlı dağlar ile özdeşleştiriyordu. 
Nihayet araba zirveye ulaştı. Zirve dediği; dağı aşmak için açılan yolun en üst noktasıydı. Şoför otobüsü uçurum tarafında, seyir terası olması için düzleştirilmiş alana çekti. Sabırsız yolcular arabadan inip, sigaralarını yakmış, manzaranın keyfini çıkartmaya başlamışlardı bile. Hasan'ın ısrarları sonucunda Ayten de güç bela otobüsten inip biraz soluklandı. Temiz hava iyi gelmişti. Şoför arabanın motorunu durdurmadı. Motor çalışmaya devam ederken muavin de motor bölümü kapağını açarak aşırı ısınmış motorun havalanmasını sağlıyordu. Hasan Ayten'i oyalamak amacıyla Ayten'i elinden tutup dolaştırıyor, bir yandan da anlatıyordu; 
- "Bak aşağıda Espiye ve köyleri var." Dağın doğu yamacından aşağıya bakıyorlardı. "Gel, öbür tarafa da bakalım!" Gidecekleri yönde, az ilerdeki çıkıntıya yürüdüler. Batı yamacındaki görünüm daha güzeldi. Aşağıda Demirciköy ve irili ufaklı yerleşim mahalleri, Keşap'a doğru sıralanıyordu. Yağlıdere nehri, yeşillikler arasında, kıvrıla, kıvrıla akıyordu. Hasan, Ayten'e belli etmiyordu ama dağın bu tarafı daha da virajlı ve dik görünüyordu. Aşağıda yamacın bazı yerlerinde oyuklar, çukurlar göze çarpıyordu. Vadi bu görünümüyle, Gaudi'nin Barcelona'daki "Sagrada Familia Basilica"sını yaparken hazırladığı ters düzlem maketi andırıyordu. 
 - "Gelirken yanımda oturan Karadenizli amca anlatmıştı; bu çukurları define avcıları açıyormuş. Eskiden buralarda Rum Pontus devleti hüküm sürmüş. Fatih Sultan Mehmet'in Pontus krallığını sonlandırmasıyla bu topraklar Osmanlı hâkimiyetine geçmiş. Pontuslular'ın, apar topar kaçarken yanına alamadıkları ganimetlerini bu dağa sakladıkları söylenir.  Bazıları da Venediklilerin dukalık altınlarını bu tepeye gömdüklerine inanıyor. Defineciler Armelit'te harıl, harıl bu hazineleri arıyorlarmış. Ararken de bu gördüğün çukurları, oyukları açıyorlarmış. 
Ayten dinlemiyor görünse de biraz kendine gelmiş gibiydi. Fakat yolun geri kalan kısmında değişen bir şey olmadı. Zirveden aşağı inerken gelen iki büyük ve sert viraj, Ayten'i yeniden eski haline döndürmeye yetti. Aşağıya, düzlüğe indiklerinde yol, Espiye'de tekrar sahile ulaşmıştı. Yolun geri kalanı Ayten için tam bir ıstıraptı. Bursa'ya kadar gözünü dahi açamadı. Yol boyunca devamlı istifra etti. Öyle ki artık midesinde çıkaracak bir şey olmamasına rağmen öğüre, öğüre yolu tamamladı. Gri, yağmurlu bir kasım sabahında, Bursa'ya geldiğinde tamamen tükenmişti.
- "Ben bu halimle annenlerle tanışamam Hasan. Beni bir otele bırak, sonra annenlerle tanışır, izinlerini alır, evlenme işlerini başlatırız."
Oysa Hasan bütün yolu, Ayten'i doğrudan evlerine götürüp ailesiyle tanıştırmak ve o gece Ayten'le birlikte olmanın hayali ile gelmişti. Fakat Ayten'in durumu da perişandı. İşler Hasan'ın hayal ettiği gibi yürümeyecekti. 
Ertesi gün Ayten, gördükleri karşısında, işlerin kendisi için de hayallerindeki dünyadan farklı olacağını anlamıştı.  Hasan çok esprili, şakacı, bir o kadar da hoş bir erkekti. Ama söylediğinin aksine, züğürdün tekiydi. Şehir merkezindeki iş yeri, kaldırımın üstünde, gelip geçene gazete, sigara, su, sakız vb. ıvır-zıvır satan, derme-çatma ufacık bir büfeden ibaretti. Saraylarda oturmayı umarken Hasan'ın ailesiyle birlikte, bir odada yaşayacaktı. Hasan ailenin tek çocuğuydu. Şımartılmıştı. Annesi onun bir dediğini ikiletmiyordu. Babasının sanayide bir oto tamirhanesi vardı. Hasan'ın da orada çalışmasını çok istemişti. Fakat Hasan, borç içindeki bir arkadaşının büfesini satmak istediğini duyunca, biraz da arkadaşına yardımcı olmak için, babasına burayı alması için çok ısrar etmişti. Adamcağız da istemeye istemeye oğlunun dediğini yapmıştı. Hem de askere gitmeden önce. Hasan işi öğreninceye kadar büfeyi birlikte işletmişler, Hasan askere gidince arkadaşı büfeyi işletmeye devam etmişti. 
Çocuklarının başına buyruk, sorumsuz davranışlarına alışık anne ve baba, Ayten'i karşılarında görünce ne diyeceklerini bilemediler. Durumu kabullenmekten başka çarelerinin olmadığının farkındaydılar. Ayten'e iyi davranmakla beraber Ayten'in düşlediği yaşamda, kaynanası ile oturmak yoktu. Konak dediği de sonradan bölüne bölüne 3 oda bir salon a kadar ufalmış, neredeyse viraneye dönmüş eski bir mekandı. Yaşadığı hayal kırıklığını belli etmiyordu ama mutsuzluğu her halinden belli oluyordu. 
Hasan çok hareketli bir insandı. İlk zamanlarda eve aniden gelir, alır; karısını sinemaya, konserlere götürürdü. Üstelik bunlara para vermiyordu. Her yerde arkadaşları vardı. Nasıl ayarlıyordu, bilmiyordu Ayten. Zamanla bu tür sürprizleri azaldı. Arkadaşları ile daha fazla vakit geçirmeye başlamıştı. Ama Ayten Karadeniz kızıydı. Ensesine vurup lokması ağzından alınacak kadınlardan değildi. Hasan'a tüm gün evde kaynanasıyla kalmaktan sıkıldığını, Hasan ile yalnız yaşamak istediğini söylüyordu. Üç ay kadar süren bu sızlanmaların sonunda Hasan çareyi, ailenin yirmi km. ötede, Mudanya'daki yazlığına taşınmakta buldu. Hem de kışın tam ortasında. İşine biraz uzaktı ama en azından kendilerine ait bir evleri olacaktı. Ayten de çaresiz razı oldu. 
Mudanya, zeytinlikler arasından, kâh dingin kâh fırtınalı bir koya bakan, sırtını dağlara yaslamış, o zamanlar küçük sayılabilecek bir sahil kasabasıydı. Yazları nüfusu fazla olsa da sonbahar gelip okullar açılınca kasaba sessizleşiyordu. Soğuk bir kış gününde, atıştıran kar eşliğinde yazlık eve taşındılar. Dereceler -6,5'u gösteriyordu. Bir yandan kocaman pencereler, ince camlar ve perdeler, kapı aralıkları; diğer yandan denizden esen sert poyraz, denizin rutubeti, iliklere işleyen soğuğu, yazlık evi buz kesiyordu. Ayten'in derdi soğuk değil, bu evde kaldığı sürede yaşadığı yalnızlık, kocasızlıktı. Hasan'ın eve gelmesi akşam dokuzu buluyor, sabah altıda kalkıp, bir şey yemeden işe gidiyordu. Çevrede ise bu mevsimde hemen kimse yoktu. Evde eşya da yoktu ki temizlik, ortalığı toplama vs. ile oyalansın. Yapayalnız camda oturuyor, tepeden denizi, gelip geçen vapurları, tekneleri seyrediyordu. İçine düştüğü yalnızlık duygusuna amaçsızlık da eklenince bunalıyor, baba evine özlemi artıyordu. Çaresiz, hiç bilmediği bu hayata alışmaya çalışıyordu. Ama nafile! Bir şeyler yapmalıydı. Bir akşam kocasına;
   -  "Yarın beni de büfeye götür Hasan. Evde çok canım sıkılıyor. Hem sana da yardım ederim." Hasan Ayten'in emrivaki ses tonundan rahatsız olmuştu. 
- "Sen büfecilikten anlamazsın!" diyerek geçiştirmek istedi. Ayten yılmadı;
 -  "Anlamasam da etrafı temizlerim, seni seyrederim. Bakarsın işi öğrenirim. Belli mi olur? Hiçbir şey yapmasam bile yanında olmuş olurum. Biraz şehri de tanırım. Evde çok sıkılıyorum." 
Hasan Ayten'i dinlerken yüzü yavaş yavaş değişti. Diyecek bir şey bulamayan insanların sıkıntısıyla bir şeyler mırıldandı, Ayten anlamıyordu dediklerini. Değil Ayten, kendi bile bilmiyordu ne dediğini. Etrafına bakındı Hasan, bir gazete falan olsa, eline alır, başka şeyle meşgul gözükürdü. Konuyu değiştirecek kıvraklığa da sahip değildi. Ama Ayten kararlıydı. Hasan'ın gönülsüzlüğüne rağmen Ayten bazı günlerde onunla işe gelip gitmeye başladı. Her şeye dikkat ediyordu. Hasan'ın her sabah günlük gazeteler geldiğinde onları, en çok satılanları kendi önüne gelecek şekilde dizdiğini fark etti. Annesi, babasının gönlünü almak için her fırsatı değerlendirirdi. Ayten de fırsatı kaçırmadı. 
 -  "Ne kadar da düzenlisin." Hasan'ın tepkisini kaçırmamak için onu dikkatle süzüyordu. Kibirli bir sesle;
- "Sen daha kiminle evlendiğini bilmiyorsun kızım. Olacak o kadar!" Erkeklik gururu kabarmıştı.
Zamanla Ayten ufacık, karmakarışık büfeyi bir düzene soktu. Kadının işyerine bakışı, erkeğinden farklı olur. Belki erkekten güçsüzdür kadın ama elinin emeğini, gözünün nuru ile birleştirir, yüreğindeki sevgi ve koruyuculuk güdüsüyle işyerini yuvaya dönüştürür. Öyle ya! Bunun için bir yerde ince bir zevk, güzellik, ahenk, düzen gördüğümüz zaman; "Buraya kadın eli değmiş." deniliyor. Ayten bu sözün tam da hakkını verdi. Hasan erkeklik gururuyla zaman zaman yaptıklarına; "İşime karışıyorsun." diye söyleniyorsa da için için Ayten'in yaptıkları hoşuna gidiyor, onun becerikliliğini, bahar kuşlarının çevikliği ile hareketlerini memnuniyetle izliyordu. Ama beğenisini Ayten'e söylemiyordu. Ayten, mezbeleliğe dönmüş, karmakarışık büfede, malları bir düzene göre dizdi. Hasan'ın sadece gazetelere uyguladığı düzeni, bütün ürünlere uygulayarak en çok satılan ürünleri kolay ulaşılacak yere koydu. Onları da kendi aralarında gökkuşağı renklerine göre sıraladı. Bunları büfenin içinde yaptıktan sonra dışarıya çıkıyor, nasıl göründüklerine bakıyor, beğenmediklerini tekrar düzeltiyordu. Hasan ise bunları içinden söylenerek izliyor, bazen de;
  -  "Ne uğraşıyorsun yahu bunlarla? Cipsler kuruyemişlerin önünde dursa ne olacak, arkasında dursa ne olacak yani?" diye söylenmeyi eksik etmiyordu. Ayten ise kocası söylendiği zaman hiç karşı çıkmıyor;
 -  "Sahi yaaa… Ne fark eder ki!" diyerek kocasına katılıyor, ama gene de yerlerini değiştirmiyordu. 
Ayten, artık büfeye düzenli şekilde her gün geliyordu. Müşterilerle sohbet ediyor, gelen giden müşterileri inceliyor, kimlerin borç taktığına, kimlerin kocasının iyi niyetini suiistimal ettiğine dikkat ediyordu. Bir müddet sonra kimlere veresiye verileceğine karışmaya başladı. Hasan buna da söyleniyordu. Ayten, onun gücüne gidecek bir üstünlük sağlamaktan özellikle kaçınıyordu. Onun getirdiği düzen sayesinde işler yoluna girmiş, büfenin nakit akışı sağlanmıştı. Büfenin işleri yavaş, yavaş Ayten'in eline geçti. Hasan, işin sadece ikmal tarafını, resmi daireler, para ve banka ilişkilerini hallediyor, büfenin diğer işlerini tamamen Ayten yürütüyordu. İşler iyi gidiyordu. Bir araba bile aldılar. Mutluydu Ayten. Çalışmak ona iyi gelmişti. Evliliğinin ilk günlerindeki tedirginliğini atmıştı. Fakat hiç hesapta olmayan bir durumla karşılaştılar. Hamileydi Ayten.
Evlendikten iki yıl sonra kızları İlknur doğdu. Kızı okula başlayıncaya kadar Ayten, çaresiz kızının yanında kalıyordu. İşleri tekrar Hasan ele aldı. Yazın kasaba hareketli, güzeldi ama kış günleri geçmek bilmiyordu. Bu sefer günleri farklı geçiyordu. Bütün gün yaptıkları bir gün öncesinin aynısıydı. Sabah kocasını yola koyacak, kızı uyanmadan günün yemeğini hazırlayacak, bulaşık, çamaşır yıkayacak, kızı uyanınca onu besleyecekti. Bununla bitmiyordu ki! Sonrasında kızını oyalayacak, öğle uykusuna yattığında akşam yemeğinin salatasını hazırlayacak, kızı tekrar uyandığında giydirecek, saçlarını usul usul tarayacak, ona ikindi kahvaltısını yaptıracak, biraz oynayacaklar, sonra cam kenarına oturup, sabırsızlıkla pencereden Hasan'ın yolunu gözlemeye başlayacaklardı. Aşağıdan arabanın önce homurtusunu duyacaklar, sonra farların ışığı karanlığı delecek, en sonunda da araba görünecekti. Hasan'a kapıyı kızı açacak, baba-kız sarmaş dolaş içeriye geçeceklerdi. Hasan eve o kadar geç geliyordu ki soyunup, karısının özenle hazırladığı güzel sofraya oturduklarında İlknur'a, babası ile birlikte olabileceği ancak yarım saat zaman kalıyordu. Ama o yarım saat, o kadar mutluydu ki kızı, bu ona yetiyordu. 
Hasan, sabahları işe giderken eve para bırakmıyordu. Ayten bir şey lazım olduğunda, aşağıda, yol ağzındaki bakkala gider, aldıklarını deftere yazdırır, Hasan da parayı sonra öderdi. Ayten, Hasan'dan hiç para istemezdi. Fakat ara sıra;  
 -  "Paran var. Sonradan zaten ödeyeceksin. Beni elin adamına niye küçük düşürüyorsun?" diye söylenir dururdu.  Hasan ise onun söylenmelerine hiç aldırmazdı. Ayten aslında bakkalın bakışlarından rahatsız oluyordu. Genç ve güzel, yeni anne olmuş, kocası ortalıkta gözükmeyen kadın, kirli sakalla dolaşan, kısa boylu, toplu adamdan çekiniyordu. Kadınsı sezgileri, onun bakışlarının arsızca üzerinde dolaşmakta olduğunu ona söylüyordu. Birkaç kez adamın bakışlarını üzerinde yakalamıştı da. Başlarda, adam bakışlarını hemen çeviriyor, sanki başka şeyle meşgul oluyormuş gibi yapıyordu. Ayten hafifçe kaşlarını çatarak adama mesajını vermeye çalışırdı. Son zamanlarda ise bakkal artık bakışlarını kaçırmıyordu da. Bu da Ayten'i giderek rahatsız ediyordu. 
 -  "Burada yaşamaktan çok sıkıldım Hasan. Bursa'da bir ev alalım, oraya taşınalım." demeye başladı.
Bir akşam yine ana-kız pencerede oturmuş Hasan'ı beklerken onun eve yürüyerek geldiğini gördüler. Merakla kapıya seğirttiler. Hasan daha merdivenleri çıkmadan Ayten kapıyı açıp sahanlıktan aşağı sarktı; 
-  "N'oldu Hasan? Kaza mı yaptın?" Sesi bomboş apartmanın merdiven boşluğunda yankılanıyordu. Merdivenleri ağır ağır çıkmakta olan Hasan, bir şeyleri saklamak isteyen insanların yüzünde beliren o sahte gülüşle;
 -  "Merak edilecek bir şey yok. Araba masraf çıkartmaya başlamıştı, iyi de bir alıcı çıkınca ben de verdim, gitti!" Ayten Hasan'ın söylediklerini pek de inandırıcı bulmadı.
 -  "Araba arıza mı çıkartıyordu? Niye ben bunu bilmiyorum?" Hasan aldırmaz bir tavırla duymazlıktan geldi.
- "Bana sormadan nasıl satarsın Hasan?  Zaten eve geç geliyordun, şimdi gece yarısı ancak eve geleceksin." 
 -  "Daha iyisini alacağım sana merak etme."
- "Hıhh! Neyle alacaksın? Paran mı var? Doğru söyle neden sattın arabayı?" Ayten sorularını arka arkaya sıralamaya başladı. Hasan da mahçup ifadelerle kaçamak cevap verip duruyordu. En sonunda Hasan baklayı ağzından çıkardı;
- "Büfenin borçlarını kapatmak için sattım. Var mı diyeceğin…" 
Vardı elbette… Kocasının yeniden kimseyi kıramayıp isteyen herkese veresiye vermeye başladığından uzun zamandır şüpheleniyordu. Veresiyeler zamanında geri dönmeyince Hasan yeniden borçlanmış, büfeyi çeviremez hale gelmişti. Bursa'da ev alıp oraya taşınmayı düşünen Ayten'in hayalleri bir kez daha suya düşmüştü. Ama şimdi bunu dile getirmenin yeri ve zamanı değildi. Hasan iyiydi, hoştu ama arkadaşlarına karşı yüzü yumuşaktı. Hasan'ı işyerinde yalnız bırakmaya gelmiyordu. Ayten oturduğu yerden beraber yapabilecekleri bir iş düşünmeye başladı. Fikir alacağı kimse yoktu. Sabahtan akşama kadar, bir yandan iş yapıyor  bir yandan da televizyon seyrediyor, haberleri dinliyor, ekonomi ve iş dünyası haberlerini takip ediyordu. Ekonomik krizi durdurmak, işsizliğe çare bulmak için hükümetin teşvikler verdiği, meslek kursları açıldığı haberlerini ilgi ile takip etmeye başladı. Kızı da okula başlamak üzereydi. Onun okuldan döndüğü saatlerde kayınvalidesi gelip kızı ile kalabilirdi. Şehre inip, İlknur'u kayınvalidesine bırakıp yapabilecekleri bir iş için araştırmalara başladı. Mağazalara, dükkânlara, alışveriş merkezlerine girdi. Müşteri gibi davranıp gelen gideni gözledi. Kaç kişi geliyor, ne tür şeyler alıyor. O işi kıvırabilir mi? Dolaşımları sırasında yolu İş Kurumuna düştü. Yüzlerce insan, sıraya girmiş, ellerinde evraklarla bekliyordu. Bir mesleği olmadığı için bir yere girip çalışmayı hiç düşünmemişti. Yapabilecekleri bir iş bakınırken bir şey dikkatini çekmişti. Öğle saatlerinde birçok insan bir yerlere giriyor, tost, sandviç gibi şeyler atıştırıyor ya da çay, kahve vb. içmek, soluklanmak için yer arıyorlardı. Hasan'ın sabah kahvaltı yapmadan evden çıktığını anımsadı. "Birçok kişi kahvaltı yapmadan aceleyle dışarı çıkıyor, yolda veya kafelerde bir şeyler atıştırıyor olsa gerek." diye düşündü. Kafasında yavaş yavaş bir kafe açma fikri canlanmaya başladı. Hasan'la kafeyi işletir, o sandviç, tost vb. yapar, servise yetişir; Hasan müşterileri karşılar, masaları düzenler, siparişleri alırdı. Gerekirse yardımcı da alırlardı. Hükümet zaten işyeri açanlara ve yeni eleman alan işyerlerine büyük teşvikler veriyordu. İki sene içinde işleri yoluna koyar, yollarına devam ederlerdi. Arabanın satışından biraz para kalmıştı. Biraz da Hasan'ın babasından alır, işe koyulabilirlerdi. Konuyu Hasan'a açmadan önce, günlerce fikri kafasında çevirdi durdu. Hasan'ın "Git işine!" diyerek ilgi göstermeyeceğini biliyordu. 
Sadece işlek caddeler üzerindeki kafelere gidip, kimlerin gidip geldiğini gözledi. Bazen de içeriye giriyor, bir kahve söylüyor, kahvesini içerken kimlerin, neler sipariş ettiğini, kaç kişinin servis yaptığını, hesabı kimin, nasıl aldığını, işlerin nasıl döndüğünü, nasıl bir yatırım gerektiğini gözlüyordu. Hesaplar yaptı, ne kadar para gerekiyor, ne kadar kâr ediyor, yatırım ne kadar sürede kendini geri ödeyebilir, kafeyi nerede açmak, içini nasıl donatmak gerekir. Sonunda bu işi kıvırabileceklerine aklı yattı. Tahmin ettiği gibi Hasan baştan itiraz etmiş, Ayten önceden iyi hazırlandığı için her seferinde Hasan'ın itiraz gerekçelerini çürütmüştü. Büfenin işleri böyle giderse babasının yanına dönmek zorunda kalacağını düşünen Hasan, sonunda razı olmak zorunda kaldı. 
İyi ki de razı oldu. İşler gayet iyi yürüdü. Yeniden araba aldılar. Tek sıkıntısı kızıydı. Zavallı çocuğu uykundayken kucaklayıp oradan oraya taşıyor, kayın validesine bırakmak zorunda kalıyorlardı. İşler düzene girdi. Alım ve ikmal işlerine Hasan bakıyordu. Ayten de mutfak işleri, salonun düzenlenmesi, temizlik, hijyen, servis konularıyla meşgul oluyordu. Yıllar geçtikçe işi genişlettiler. Tam da Ayten'in gözlediği gibi. Öğle saatlerinde kafe dolup taşıyor, daha sonraki saatlerde de müşteri azalıyordu. 
 -  "Niye yemekten sonra çay, kahve, yanında kek, pasta servisi yapmayı düşünmüyoruz?" diye Hasan'a sordu.
 -  "Abartma kızım sen de! El kadarcık yerimizde hangi birini yapacağız. Bunun tenceresi, tavası, malzemesi var, hepsi ayrı yerlerde olmalı. Kokuları birbirini bozar. Bulaşıkları nereye koyacağız, nerede yıkayacağız onları?" Alacağı cevabın olumsuz olacağını bildiği için Ayten buna da iyi hazırlanmıştı. 
 -  "Sen orasını merak etme. Kek ve pastaları ben akşamdan evde yapacağım. Burada pişmeyecekler."
Dediği gibi yaptı da Ayten. Sabah erkenden kalkıyor, kızı ve kocası uyurken pasta ve kekleri pişiriyor, evi temizliyor, sonra kızını ve Hasan'ı kaldırıyor, Hasan taze pişmiş yiyecekleri alıp erkenden kafeye götürüyordu. Ayten daha sonra kızını yedirip, okula gönderdikten sonra doğruca kafeye yollanıyordu. Çok yoruluyordu ama mutluydu Ayten. İşler iyi gidince Hasan'ın da keyfi yerine gelmişti. Ayten'le daha çok birlikte oluyordu. Yeniden araba sahibi oldular. Tek sorunları, İlknur'du. Allah için, kayın validesi İlknur'a çok iyi bakıyordu. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Minik kızları, kendi yalnız dünyasında genç kızlığa doğru ilerliyordu. Derken Ayten bir kez daha hamile kaldı. 
Hasan, bebeğe İrem adını koymak istiyor, Ayten ise "Kızımın kaderi kraliçelere benzesin." diye Ece adında ısrar ediyordu. Sonunda adını İrem Ece koysalar da adı İrem olarak kaldı. Ayten haliyle evde kalıyor, çocukları ile meşgul oluyor; bu arada kafe için kek, börek yapmaya aynen devam ediyordu. Kafede işler gene Hasan'a kalmıştı. Hasan'a bir yardımcı aldılar. Hasan gayret etse de sanki Ayten gidince işin bereketi de kaçmıştı. Ayten'den giderek daha az tepsi istiyor, eskisi gibi yüzü gülmüyor, her şeye çabuk sinirleniyordu.  İrem'iyle de hiç ilgilenmiyordu. Ayten, İrem'i emzirirken, altını değiştirip uyuturken, İlknur babasını karşılıyor, sofrasını hazırlıyor, yemekte ona eşlik ediyordu. Artık kafeye müşterilerinden ziyade Hasan'ın arkadaşları geliyordu. Bir zaman sonra arkadaşları yanlarında içki getirmeye, önceleri el ayak çekilince, sonraları müşteri varken de gizli gizli içmeye başladılar. Giderek Hasan'ın eve dönüş saatleri uzamaya başladı. Eve içkili dönmesi Ayten'in hoşuna gitmiyordu.
Bir gün, İlknur okuldan gelince, İrem'i ona bırakıp kafeye gitti. Kimseler yoktu. Neden sonra içerden bir kadın göründü. Ayten'in müşteriden ziyade birini arar halini görünce;
- "Buyurun! Kime bakmıştınız?" Ayten, soru dolu bakışlarla, hiç de nazik olmayan bir ses tonuyla;
- "Hasan nerde?" 
- "Yok burada. Ben yardımcı olayım!" 
- "Siz kimsiniz?"
- " Ben ortağıyım." Ayten anlamaya çalışan şaşkınların yüz ifadesiyle;
- "Ne ortağı?" Sesi şimdi sert çıkıyordu Ayten'in. Kadın bir an ne diyeceğini bilemedi.
- "Siz kimsiniz?" Ayten'in sabrı taştı, Karadenizli kanının etkisiyle kadının üzerine yürüyecekti ki kendini tutmasını bildi. Aklına üşüşen binlerce korkutucu sorunun kızgınlığıyla kaşları tam bir ters "V" şeklini aldı. Yumruklarını sıktı. Burnundan soluyordu. Bir an öylece kala kaldı. İçerden bir erkek daha çıktı. Ayten hırsla döndü, arkasına bakmadan çekti gitti.
Akşam Hasan eve geldiğinde saat on bire geliyordu. Çocukları uyutmuş, kafasında bin bir soruyla Hasan'ı bekliyordu Ayten. Hasan gelecek fırtınaya çoktan hazırlıklıydı. Şiddetli bir kavgaya tutuştular. İşler bir yılda sarpa sarmıştı. Hasan, kredi borçlarını kapatamayınca çareyi kafeye ortak almakta bulmuş, bunu da üzülmesin, sütü kesilmesin diye Ayten'e söyleyememişti.  Gürültülerine, bağırmalarına İrem uyanmış, ağlıyordu. Onun ağlamasına İlknur da uyanmış, kardeşinin yanına gitmiş, uykulu gözlerle onu pışpışlıyordu. Bağırtıların ardı arkası kesilmeyince İrem'in ağlama sesi de yükselmiş, ortalık tam bir curcuna alanına dönmüştü. Sonunda Hasan ceketini almış, çekip gitmişti.
Bir anda içini korku sardı Ayten'in. Ya Hasan çekip giderse? Kendisi de aile bütçesine katkı için cansiperane çalışıyordu ama hiçbir birikimi yoktu. Öyle üstüne başına da para harcamazdı. Ama ayrılırsa başını sokacak bir evi bile yoktu. İki çocukla dımdızlak ortada kalacaktı. TV programlarında duymuştu; Yeni Medeni Kanun'da, çiftler arasında mal ortaklığı kabul edildi diye ama çiftler arasında sözleşme imzalanırsa bu geçerliymiş. Hoş! Olsa ne olacak? Ortada paylaşılacak mal mı vardı? Oturduğumuz ev babasının. Araba dediği külüstürü de yakında satar. Kafe desen..? İçi daraldı. Ayrılırsa iki çocukla dımdızlak ortada kalacaktı.
Korktuğu gibi olmadı, ertesi akşam Hasan eve geldi. Ayten de yatışmıştı. Sabah onu götürüp ortaklarıyla tanıştırdı. İlk andan itibaren yıldızı barışmadı onlarla. Kocasına bir şey demiyordu ama kadını daha başından sevemedi. Kadın, ne söylerse aksini söylüyordu. Bir şey anlatırken lafını kesiyor ya da başka konulara geçiyor, üste çıkmaya çalışıyordu. Ayten'in bir şey yapmasına, işlere müdahale etmesine izin vermiyordu. Menülere karışıyor, salon düzenini hanımefendi kendi kafasına göre yapıyor, onun serdiği masa örtülerinin şeklini beğenmiyor, Ayten verev örtmüşse o kaldırıyor düz seriyordu. Masadaki çiçeğin duracağı yerde bile anlaşamıyorlardı. Hasan ise sesini hiç çıkarmıyor, onların dediklerini sessizce yapıyordu Hoşnutsuzluğunu, kızgınlıklarını Hasan'a ilettiği zaman da Hasan abarttığını söylüyor ya da "N'olur sorun çıkarma, idare et!" diyordu. Bana zaten ne zaman güvendi ki. Güya burayı daha sosyetik bir yer haline getireceklermiş. O zaman da kaliteli insanlar gelecek, işi büyüteceklermiş. 
Birgün kafeye geldiğinde, tanımadığı bir adamın, elinde metre, hanımefendi ile ölçü aldığını gördü. Neymiş? Dekorasyonu değiştireceklermiş. Sebep? Kaliteli insanlar bu basit yere gelmezlermiş. Para? Kredi alırlar, öderlermiş. Ayten bu muhitin profilinin bu olmadığını anlatmaya çalıştıysa da dinletemedi. Ayten'i vizyonsuzlukla suçladılar. Küçümsemelerini, laf sokmalarını sineye çektikçe iş katlanılmaz boyutlara ulaştı. Anlamıştı Ayten artık; kocasının pısırıklığından faydalanarak kafenin idaresini tamamen ellerine geçirmişken onun işlere maydanoz olmasını, kafeye gelmesini istemiyorlardı. O da önlüğünü fırlatıp attı, kimseye bir şey demeden çekti gitti. 
İki ay sonra Hasan arabasını yine satmak zorunda kaldı. Bir yıl sonra da kafeyi kapattılar, ortaklık bozuldu. İflastan az önce, olası bir haciz riskine tedbir olması için, Hasan babasını ikna etmiş, oturdukları evi Ayten'in üzerine geçirmiş, arkasından boşanmışlardı. Güya göstermelik boşanma olacaktı. Almanya'da çalışan bir arkadaşı onu Almanya'ya çağırıyordu. Bir yıl sonra, İrem 7 yaşına gelmeden, arkadaşının davetlisi olarak Almanya'ya, çalışmaya gitti. Önce kaçak işçi olarak çalıştı, sonra; artık nasıl ayarladıysa, oturma ve çalışma vizesi alarak kendine iş buldu. Ayten iki çocukla kendi başına kala kaldı. Gerçi Hasan gelen gidenle arada para gönderiyordu ama onun keyfine kalmak Ayten'e zül geliyordu. İhtiyacı olduğunda ondan para istemeyecek kadar kibirli ve gururluydu. O da "Yaşlı ve Hasta Bakım Kursu"na katılarak yeni bir hayata yelken açmak zorunda kaldı…
 
"Kariyer Kadını" adlı romanımdan…
 
Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: