UNUTAMADIĞIM GÖZLER

UNUTAMADIĞIM GÖZLER



Sıcak bir yaz günü, Kaya, Semih ve ben, Kayaların evine gittik. Yapacak bir şey bulamıyorduk. Ben elime bir dergi geçirdim oyalanıyordum. Biraz sonra farkettim ki Kaya ile Semih telefonunun ahizesini kaldırmışlar, manyetoyu çevirmişler, ahizeyi birbirlerine ikram edip duruyorlar Sen konuş, yok sen konuş diye. O zamanlar telefonlar manyetolu idi, manyeto kolunu çevirir, santrale sinyal gider, santral memuruna istediğiniz numarayı söyler, onlar da sizi bağlarlardı.  Bu arada numarayı da santral memuruna vermişler. Sonunda ahizeden ses geldi.

  • "Alo! " Bizimkiler birbirlerinin cevap vermesini bekliyorlar,
  • "Alooo!" diye üsteledi telefondaki ses. Sonra Kaya cesaretini toplayarak
  • "Helvacı mı?" diye, tereddütlü bir sesle sordu.
  • "Evet, buyurun, ne istemiştiniz?"
  • "Ben bakkal Suphi’nin oğlu Burhan. Helva siparişi verecektim." Karşıda bir an sessizlik oldu.
  • "Tamam, ne kadar?"
  • "Altı leğen."
  • "Altı leğen mi? Çok değil mi? Hem de bu sıcakta!" Sesi coşkulu ama bir o kadar da endişe taşıyordu.
  • "Mahallemizde düğün var da, onun için istemiştim. Yalnız biraz acele edin, fazla vaktimiz yok."

Bakkal Suphi evimizin hemen arkasındaydı. Kendi evi de bakkalın tam karşısındaydı. Yuvarlak yüzlü, kısa boylu, koca gövdesi ile bir armudu andırıyordu. Asabi bir mizacı vardı. Onun yanındayken yanlış bir şey yapacağım diye ödüm kopardı. Dükkânına girdiğim zaman gazocakları için sattığı gazın keskin kokusu genzimi yakardı. Daha sonraları mahallemiz büyüyüp de Suphi amca işleri ilerletince yine aynı pasajda, arka tarafta bir dükkân daha kiraladı da sattığı gaz, ispirto,  naftalin gibi kokulu malzemelerini, çeşitli yağları buradan vermeye başladı. 

Telefonu kapattıktan sonra üçümüz de kıkır kıkır gülmeye başladık. Aceleyle ayakkabılarımızı giyip doğruca Suphi amcanın oraya gittik. Suphi amcanın yan tarafı zaten futbol sahamızdı. Bir yandan ufak ufak topa vuruyor, bir yandan da gelen giden arabaları kolluyorduk.  Nihayet helvacının arabası göründü.  Fiyakalı bir manevra ile Suphi amcanın bakkalının önünde zınk diye durdu. Öndeki her iki kapı da açıldı, programlanmış gibi aynı ritmik hareketlerle, iki kişi arabadan indi, biri sağdan, diğeri soldan arkaya geçtiler. Biri daha arka kapıyı açarken diğeri arabanın içindeki omuz askısını çekti, dışarı çıkardı. Askının her iki kefesini yere koydular ve arabanın içinden aldıkları helva leğenlerini biri sağ kefeye, diğeri sol kefeye yerleştirdi. Her bir leğen arasına da, yine arabadan çıkardıkları ikişer takoz koydular.  Top oynamayı bırakmıştık. gözümüzü hiç ayırmadan adamların hareketlerini izliyorduk.

Bu arada bakkal Suphi amca da kapının önüne sandalyesini yan koymuş, arkasını duvara, sağ kolunu da sandalyenin arkasına atmış bir vaziyette elindeki mendil ile terini siliyordu. O da oturduğu yerden helvacıyı izliyordu. Yüzünde tedirgin bir ifade vardı. Az sonra olacakları tahmin etmişti. Helvacılar da leğenleri askıya yüklemiş, şoför olmayanı askıyı omzuna atarak iki kolunu askının sopasının üzerine aşırmıştı. Telaşla bakkala doğru seğirtti. Ama Suphi amcanın kayıtsızlığı karşısında adımları giderek yavaşladı.

  • "Nereye koyayım?"
  • "Kime getirdin bunları?"
  • "Bakkal Suphi’ye" "Suphi kelimesinin sonundaki yukardan başlayıp, aşağıya inen, sonra tekrar yükselen tın, ne kadar doğaldıysa da Suphi amcanın tepesini attırmaya yetti.
  • "Kim söyledi sana bunları getir  diye?"
  • "Burhan diye biri. Oğlu oluyormuş!"

Ses tonları giderek yükseldi.  sipariş verdiydin, vermediydin tartışması sonunda helvacı, helvaları hışımla arabanın arka kapısından içeriye adeta tıktı. Artık hareketlerinde bir ahenk, bir ritim kalmamıştı. Biz göreceğimizi görmüştük. Semih ve Kaya kendilerini binanın arkasında kuytu bir yere geçip zor tuttukları kahkahalarını koyuverdiler. Ben ise içimdeki karışık duygularla olduğum yerde duruyordum. Ortada çok gülünecek bir şey göremiyordum. İçimi de bilemediğim bir üzüntü kaplamıştı. Bakkal Suphi amcanın içine düştüğü durama mı üzülüyordum, yoksa zavallı helvacıyı boş yere umutlandırmamıza mı?

  • "Ayıp mıydı yaptığımız?"
  • "Yok, yok basbayağı suçtu bu. Ya polise gidip bizi şikayet ederse? "
  • "Hadi canım sende, ne olduğunu bilmiyorlar ki, kimin yaptığını bilmeden polise ne diyecekler?"
  • "O zaman neden içim huzursuz?"
  •  "Allah biliyor ya yaptığımızı. O her şeyi görür, o her şeyi bilir. Ne diyeceksin şimdi ona? Ne yüzle ona dua edeceksin?"

İçimdeki izah edemediğim sıkıntıyı, Allah’ın, Suphi amcaya oynanan oyuna şahit olup notumu kıracağını düşünmeme bağladım. Sıkıntım daha da arttı. Kaya ile Semih hala dönmemişlerdi. Yerimden kalktım, bakkala doğru yöneldim. Annem eve gelirken Sana margarin yağı, 250 gram pirinç ve ekmek almamı söylemişti. Suphi amcanın siniri hala geçmemişti. Beni görünce yan oturmakta olduğu iskemleden, sıkıntıyla kalktı, içeriye yöneldi.

  • "Ne istiyorsun?"
  • "Bir ekmek, 250 gram pirinç."

Bir an kızgınlıkla yüzüme baktı. 250 gram da pirinç mi olurmuş gibilerden.

Gözlerimi kaçırdım ve etrafı kolaçan etmeye başladım. Tezgahın hemen yanında Mabel, Golden, Arap Zambo sakızları, incir şekerlemeleri ve kavanozlar içinde rengarenk şekerlemeler duruyordu. Paranın üstünü verirken bozuk çıkmazsa bu şekerlemelerden verirdi. Tezgâhın önünde ise cam kapaklı teneke kutularda çeşit çeşit bisküviler bulunurdu. Pirinç, mercimek gibi kuru gıda maddeleri, dükkânın ortasında, yan yana çuvallar halinde dururdu. Çuvalların dik durmasını sağlamak üzere yandan destekleri vardı. Bu desteklerin üzerinde de beyaz patiska torbada pirinç unu, İnhisar (Tekel) tuzu, Atlı kola, Öküzbaş çivitler sergilenirdi.

  • "Filen yok mu?"
  • "Yok, elimde taşırım."
  • Al bakalım diye bana ekmekle pirinci uzattı. Son anda aklıma geldi,
  • "Bir de Sana yağı." Kaşlar gene hafif çatıldı, "Niye hepsini birlikte söylemiyorsun?" der gibi, sorguyla yüzüme baktı.

Cebimden bakkal defterini çıkardım, uzattım. Otomatik hareketlerle defteri açtı. Kulağının arkasındaki sabit kalemi aldı. Kalem iyice ufalmıştı, tombul parmaklarına artık sığmıyordu. Tezgahın yan tarafındaki çekmeceden bir kamış çıkardı, kalemi kamışa geçirdi, yüksükle sıkıştırdı. Kalemin ucuna tükürerek deftere tarihi, aldıklarımı, miktarını ve tutarını yazdı. Yüzünü dikkatle inceliyordum. Bizden şüphelenmemişti. Defteri aldım ve karışık duygularla oradan ayrılmak üzere kapıya yöneldim. Tam çıkarken kapının ağzında, sanki bakkaldan çıkan çocukları avlamak üzere kurulmuş güzel gofretleri gördüm. Benim sakız, çikolata, şekerleme ile pek aram olmadı. Ama gofreti seviyordum.

  • "Bu kaça Suphi amca?"
  • "O satılmıyo. Kader-Kısmet o. Bak orada bir kartela var, o karteladaki numaraları kazıyorsun, bir numara çıkacak. Eğer gofrete ait numarayı bulursan o gofret senin oluyo. Her kazıma iki kuruş."  Anlatırken, böyle bir şeyi daha önce bir yerde gördüğümü hatırladım.
  • "Yani doğru numarayı bulursam iki kuruşa bu gofret benim mi olacak?"
  • "Evet." dedi. Tereddüt ediyordum.
  • "Ya başka numara çıkarsa?" Lafı uzatmamdan sinirlenmiş bir halde;
  • "O zaman başka hediye alırsın." dedi sinirli bir sesle. Kızdırmaya gelmezdi Suphi amcayı.  Ani bir kararla
  • "Bir tane çekeyim." dedim. Elimdekileri bir kenara bırakıp büyük bir heyecanla kartelayı bana vermesini bekledim. Kartelayı eline aldı. Heyacanlanmıştım.  Uzandım elinden almak için, ama kartelayı çekti.
  • "Sen göster bana, ben sana kazırım." Hoşuma gitmemişti bu teklif. Heyecanım da artmıştı.  Ayak parmaklarımın ucunda yükselerek kartelayı incelemeye başladım. Acaba hangisindeydi gofret? Yuvarlaklara baktım, baktım sonunda heyecanlı bir sesle "Şunu!" diye ortalardan bir yuvarlak gösterdim. Suphi amca çakısını açtı, tam kazıyacaktı ki;
  • "Hayır, hayır! Şunu!" diye aniden fikir değiştirdim. Suphi amca içinden "Fesuphanallah" çekerek, sinirli hareketlerle kartelayı kazıdı. Çıkan numarayı daha tam açılmadan, ucundan görmenin heyecanı başka olacaktı. Ayak parmaklarımın ucunda yükselmiş, boynumu uzatmış, heyecanla bakıyordum çıkacak numaraya,
  • "Eeee..  Bunda bir şey yazmıyor!"
  • "Boş çektin demek ki"
  • "Boş da mı var?" diye şaşkınlıkla sordum. Suphi amca cevap bile vermedi.
  • "Bir tane daha çekeyim…"

Tam 5 tane çektim, ama hepsi boştu. Bütün param   on kuruştu ve hepsi gitmişti.   on kuruşa aslında bir gofret, bir de yanında çıkartma alırdım. Aldıklarımı toplayıp evin yolunu tuttum.

Bakkal Suphi’ye her zaman yandaki komşumuz Kadriye hanım teyzenin bahçesinden geçen kestirme yolu kullanarak giderdim. Mutlaka da köpeği Kity ile oynardım. Küçük bir fino köpeği olan Kity bu nedenle beni çok sever ve bana cilveler yapardı. Ama kaybettiğim   on kuruşun üzüntüsünden hiç ona bakmadan yanından geçtim gittim.

  • Erken geldin oğlum diye hayretle sordu annem.
  • acıktım diye bir bahane uydurdum.

Elimdekileri mutfağa bıraktım. Ekmek torbasından bir dilim ekmek aldım, üzerine bolca toz şeker serptim, yemeğe başladım. Oturma odasına geçtim. Odadaki tek dolaptan o ayın Doğan Kardeş dergisini aldım, divanın üzerine çıkıp sayfaları çevirmeye başladım. Elimdeki ekmek bitince dergiyi de bıraktım divana uzandım. Kafam Suphi amcaya yaptığımıza ve kaybettiğim   on kuruşa takılıp kalmıştı. Allah beni sevmeyecekti. Hem babamın parasını boşa harcadım, hem de Suphi amcaya ve helvacıya kötülük etmiştim. Babam bize bakmak için çok çalışıyor. Ben de çalışmalıydım. Yaşım artık dokuz oldu.

Divandan çevik bir hareketle fırlayıp bahçeye çıktım. Evimizin küçücük ön bahçesinde çiçekler, arka bahçesinde meyve ağaçları ve sebzeler vardı. Hortumu taktım ve bahçeyi sulamaya başladım. Ön bahçede on metrekarelik bir alanda, menekşe, papatya, aslanağzı, şebboy, kadife, ateş çiçeği, karanfil ve onbir kök çeşitli gül vardı. Çiçek tarhının kenarına da lavantin ekmiştik, mis gibi kokarlardı. Bahçe duvarına da sarmaşık ve hanımeli sardırdık. Arka bahçemizde şeftali, erik ve kayısı ağacımız vardı. Ayrıca domates, biber ve maydanoz ekerdik. Artık akşam üstü olmuştu. Günün sıcak güneşini yiyen toprak yer yer çatlamıştı. Şimdi suyu alınca, minnet borcunu ödercesine nefis kokusunu salıyordu. Suyun sesi ve toprak kokusu beni sakinleştirdi. Bu koku sabaha kadar kalacaktı. 

 

Akşam babamın yüzü asıktı. Annemle yatak odasında konuşuyorlardı. Arada bir evin borcu, banka kredisi, taksit ödeyememe gibi sözler duyuyordum. Annem her zamanki gibi sessizliğini koruyordu. Sofraya oturduk. Kimse konuşmuyordu. Yemeğimi bitirdim, "Afiyet olsun!" dedim ve sofradan kalkmak istedim, ama babamın sert sesiyle çakıldım.

  • "Büyükler kalkmadan sofradan kalkılmaz". Babamın yemeğini bitirmesini bekledim.

Babam, her yemekten sonra bir şükür duası eder, sofradan öyle kalkardı. Biz de ellerimizi açarak onun duasına eşlik ederdik.

Yemekten sonra babam işe gitmişti, annem ve kardeşlerim radyoda "Arkası yarın" programını dinlemeye başladılar. Odama geçtim, yatağımın altından dergi kutumu çektim. İçinde Tom Miks, Teksas, Doğan Kardeş ve Tenten dergileri vardı. İçini boşaltıp, özenle sıraya dizdim. Bunları okumuştum, ama yine de onları atmaya kıyamıyordum. Zaten bir şey atmak kültürümüzde yoktu. Satın aldığımız malzemelerin ambalajı yoktu, naylon poşet hayatımıza girmemişti. Ambalaj malzemeleri yok denecek kadar azdı. Hemen her şey dökme usulü satılıyordu. Şişemizi, kabımızı evden götürür, alacaklarımız onun içine konurdu. Sonra da evden getirdiğimiz file ile taşınırdı. Filelerimizi kendimiz örerdik. Yemek artıklarımız kedi, köpeğe, ekmek, kavun karpuz kabukları kümesteki hayvanlara veya sütçünün ineğine verilir, mısır koçanı, kabuklu yemiş atıkları sobada değerlendirilirdi. Her şey tekrar tekrar kullanılır, hiçbir şey ziyan edilmezdi. Biriktirmek altın kuraldı. "Sakla samanı, gelir zamanı" sözü, Atatürk’ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözü kadar sık rastladığımız bir slogandı. Okullarda yerli malı haftası düzenlenir, "Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı" diye ezberimizden tekerlemeler söylerdik.

 

Dergileri yine itina ile kutularına koydum, divanın altına ittim. Uykum gelmişti. Annem ve kardeşlerim hala radyo başındaydılar. "Arkası yarın" bitmiş, şimdi "Radyo tiyatrosu" dinliyorlardı. Yatak odasına geçtim, sandığın üzerinden yatağımı aldım. Koca yatağı zor kavrıyor, kapılardan zorlukla geçiriyordum. Oturma odasına geçtim, yatağı serdim, gidip tekrar yorgan ve çarşafı da alıp, serdim, içerdekilere iyi geceler diyerek yatağıma yattım.

Değişik bir gün yaşamıştım. En çok üzüldüğüm şey, babamın borçları hakkındaki şikâyeti idi. Bir müddet sonra düşüncelerim başka yerlere kaydı. Ama gözüme uyku girmiyordu. Bakkal Suphi Amca’ya yaptığımız şakanın huzursuzluğunu hala yaşıyordum. Kaybettiğim on kuruşun da üzüntüsü vardı içimde. Ama kafamı meşgul eden kaybettiğim on kuruştan ziyade o kader- kısmeti daha önce nerede gördüğümü anımsamaya çalıştım. Giderek düşüncelerim sislendi, sonunda uyumuşum.

Sabah uyanınca uyku mahmurluğu ile aklıma şimşek gibi kader kısmeti nerede gördüğüm geldi.  Balıkesir çarşısında, bir tuhafiyecide, bir çuvalın üzerinde. Kahvaltıdan sonra doğruca yürüyerek oraya gittim, dolmuşa binmedim. Evimizden çarşıya yaklaşık 20 dakikalık bir yürüme yolu vardı. Annemden aldığım dolmuş parası cebimde kaldı.   on defa çarşıya dolmuş yerine otobüsle gidersem, kafamdaki soruna çare bulabilirim diye düşünüyordum. Yeri buldum, kader kısmeti işaret parmağımla göstererek fiatını sordum.

  • "Hediyeleri ile beraber 25 kuruş."  diye yanıtladı dükkân sahibi. Bir yandan da elindeki küçük toz süpürgesiyle vitrindeki mallarının tozlarını silkeliyordu.

25 kuruş bulup bunu alacak mıydım? 25 kuruş verirsem kaç kuruş kazanırım? Dün ben her kazıma için 2 kuruş vermiştim. Kartelanın üzerinde kaç numara vardı acaba? Sorsam mı? Hem almayacaksın, hem adamı meşgul edeceksin, ayıp olur. Göz ucumla çabucak en üst sırada 8 kapalı yuvarlak olduğunu gördüm. Akıldan hemen 16 kuruşu üst sıradan kazanabileceğimi hesapladım. Daha ötesini henüz akıldan hesaplayacak kadar hesap bilmiyordum.

  • "Kim alıyor bunları?"
  • "Senin gibi çocuklar." dedi tuhafiyeci, toz almayı sürdürürken.

Etrafı kolaçan ederek biraz oyalandım. Bunu almaya gelen biriyle konuşacaktım. Gelen giden vardı ama onlar kader-kısmet için değil, başka şeyler almak için geliyorlardı. Dışarıya çıktım, kapı önünde beklemeye başladım. Susadım, karşı musluktan su içtim. Tuhafiyeci ile birkaç kez gözgöze geldim. Sonunda dayanamayıp

  • "Sen niçin bekliyorsun burada?" diye sordu.
  • Bunu alan birini bekliyorum diyerek kader kısmeti işaret ettim.
  • "N’apıcaksın bakim bunu alan birini?"
  • "Onunla n’aptığını öğreneceğim."
  • "Gel buraya, ben sana anlatayım." Eline bir kartela aldı. Ve bana bunu çocukların para kazanmak için aldıklarını, bunun için dolaştıklarını, nerelerde dolaşırlarsa daha çok kazandıklarını, her çekilişi için 1 kuruş aldıklarını anlattı. Ben de aynısını yaparsam 96 kuruş kazanabileceğimi, 25 kuruşu düşersem, 71 kuruş kazanabileceğimi bana anlattı.
  • "İyi. Bana da satar mısın bunlardan?"
  • Tabii satarım, neden satmayayım?" Gözleri sıkıntılı sıkıntılı cebimi karıştıran elime takıldı.
  • "Paran mı yok yoksa?" Bu amcayı sevmiştim. Hafif kamburu vardı, bacakları eğrilmişti, ama sabahtan beri hiç oturmamıştı, ya müşterileriyle ilgileniyordu, ya da toz alıyor, bir şeyleri yerleştiriyor, arı gibi çalışıyordu. Cevabımı beklemeden ekledi,
  • "Önemi yok, bunları satınca getirirsin parasını."

Duyduklarıma inanamıyordum. Dün akşam içim ne kadar sıkıntılıysa, şimdi yüreğim o kadar hafiflemişti. Sanki gizli bir el önümdeki engelleri devire devire yolumu açıyordu. Sevincimi belli etmeden;

  • "Ya satamazsam?" başımı okşadı.
  • "Biliyorum, satacaksın. Gözlerinden okuyorum bunu."

Evet, dediği gibi sattım. İlk işim gidip parasını vermek oldu. İkinci ve üçüncü satışımdan kazandığımı da büyük bir gururla babama götürdüm. Avucumda bir lira vardı. Babama uzattım. Babam önce şaşırdı. Sonra bu parayı nerden bulduğumu sordu. Yaptıklarımı anlatınca yüzünde bir aydınlanma hissettim. Her zaman sinirli ve gergin olan babam parayı tutan elimi avucuna aldı, parmaklarımı kapattı,

  • "Bu para senin hakkın. Onu istediğin gibi harca." dedi. Yapmakta olduğu işe koyuldu.

Bir müddet odadan çıkmadım. Ne düşünmüştü yaptığım hakkında? Kızmadığından emindim. O zaman sevinmesi gerekmez miydi? Ben parayı ona vermek istemiştim, neden almadı? Az mı gelmişti? Evet az gelmişti. Bir lira yerine on lira götürseydim, eminim o zaman bana "Aferin" diyecekti.   "On lira kazanmak için daha çok çalışmam lazım, hemen işe koyulmalıyım." diyerek dışarı çıktım. O yaz sıcağında Balıkesir’in sokaklarını dolaşarak çocuklara kader-kısmet çektirdim. Otobüs ve tren garını keşfettim. Orada satışlar daha iyi gidiyordu. Bir müddet sonra sokaklarda dolaşmayı bırakıp sadece bizim mahallede ve garlarda satmaya başladım. Garlarda benimle beraber başka çocukların da kader-kısmet sattığını gördüm. Onlar benden daha büyük ve daha tecrübelilerdi. Bir gün bir tanesi yanıma geldi ve bana "Belediye zabıtalarına dikkat et." dedi ve gitti. Ne demek istediğini anlamamıştım. Üzerinde fazla düşünmeden işime devam ettim.

Yaz tatilinin sonuna geldiğimiz günlerdi.   On lirayı tamamlamaya da az kalmıştı. Akşamüstü beşte, İzmir’den Ankara’ya giden motorlu tren, Balıkesir garında 20 dakika kadar mola verirdi. Diğer tren istasyonları ile karşılaştırılamayacak kadar şirin görünürdü bana bu, Fransızlar tarafından inşa edilmiş, tipik Fransız garı. Kesme taş ile yapılmıştı. Sıcak yaz günlerinde her zaman serin, kışın da sıcak olurdu. Ara sıra önünden geçerken içeriye girer, hem soluklanır, hem de çeşit çeşit insanları seyrederdim. O insanların yüzlerine bakarken nereden geldiklerini, nereye gitmekte olduklarını, bekleyenlerini, kaçtıkları insanları hayal ederdim. Kendimin de seyahat ettiğini düşlerdim. Kara trenle, motorlu trenle değil. Motorlu tren pahalıydı, herkes binemezdi. Tren, bilmediğim topraklarda, vadilerin içinden kıvrıla kıvrıla geçerken pencereden sarkarak baktığımı, bilmediğim şehirlerde beni bekleyen iyi insanları, beni alıp şehirlerini gezdirdiklerini hayal ederdim. 9 yaşımdaydım, ama henüz trenle seyahat etmemiştim. Annem, benimle birlikte bir defa trenle Bandırma’ya gittiğimizi, akşam yemeği için masaya oturduğumuzda Babalar gelmeden yemek yenilmez diye yemek yemeyi ret edişimi anlatırdı.  Ama ben anımsamıyordum.

Motorlu trenin gelmesine doğru peronlarda bir hareketlenme olur. Dışardaki hareketlenmeyi görünce ben de kader-kısmet kutumu alıp ayağa kalktım ve perona doğru ilerledim. "Allah'ım, inşallah iyi satış yaparım!" diye içimden dua ediyordum. Motorlu trenlerde yolculuk edenler daha kolay alış veriş yaparlardı. Ne de olsa onlar daha zengindi. Nitekim oldukça iyi satış yaptım. Artık tren kalkmak üzereydi. Derken trenin penceresinde bir kız silüeti gördüm. Benim yaşlarımda, düz, sarı saçlı, hafif kalkık burunlu, renkli gözlü bir kızdı. Bana bakıyordu. Durgundu. Başını cama dayamış, öylece bakıyordu. Gözlerinde hüznü okudum. O gözlere takıldım. Yürümüyordum şimdi. Bırakın yürümeyi, hareket bile etmiyordum. Adeta mıhlandım, kaldım. Gözlerini kaçırmadı benden. Durmuştu her şey. Koşuşturan, el sallayan insanlar, peron memurunun öttürdüğü düdüğün titreştirdiği hava, yolcuların susuzluğunu gidermek için akan su… Ona doğru bir adım attım. Koca tren sessizce kıpırdadı. Bir adım daha attım, tren biraz daha hızlandı. Sanki kız değil, ama tren benim kıza yaklaşmama izin vermiyordu. Dursam, acaba tren de durur muydu?

O an bitmemeliydi. Trenin gitmekte olduğu düşüncesi içimi kavurdu. Durdum. Ama tren durmuyordu, benden götürüyordu o mahzun yüzü. Koşmaya başladım. Tren de hızlandı. Kızın görüş alanının dışına çıkmak üzereydim. O da şimdi ayağa kalkmıştı. Başını geri çevirerek beni kaybetmemeye çalıştı. Peron bitti. Durdum, ama tren durmadı, hızlanarak ilerlemeye devam etti. Son vagon da yanımdan geçti gitti. Öylece kala kaldım. O bakış, o gözler, o saflık, o hüzünlü ifade hiç aklımdan çıkmadı. İlk defa bir kıza karşı yüreğimde bir arzu hissettim. İçim kavruluyordu. Ona dokunamamış olmayı kabullenemiyordum. Bu haksızlıktı.

Tren uzaklaştıkça küçülmeye, küçüldükçe etrafımdaki hayat işaretleri belirginleşmeye başladı. Peronda bir koşuşturma olduğunu fark ettim. Kader-kısmetçi çocuklardan biri yanımdan koşarak geçerken kolumdan çekti; "Kaç, kaç!" dedi, uzaklaştı gitti. Ben de bilinçsizce koşmaya başladım, ama neden kaçıyordum, nereye kaçıyordum, hiç bilmiyordum. Aklımda sadece bir daha hiç karşılaşamayacağımı düşündüğüm o bir çift mahzun göz vardı. Tuvaletlerin önünden geçerken ani bir kararla yön değiştirip tuvalete girdim. Tuvalet boştu, kimseler yoktu. O zaman elimdeki kader-kısmet kutusunu farkettim. Neden kaçtığımı şimdi anlıyordum.  Dışardaki seslere kulak kabarttım, ayak sesleri uzaklaşıyordu. Az daha bekleyip dışarı çıktım, ama ortaya çıkar çıkmaz bir zabıta memuruyla yüz yüze geldim.

  • "Hahh yakaladım işte seni." dedi, kolumdan tutarak, elimdeki kader-kısmet kutusunu aldı.

Beni istasyonun çıkışına doğru sürükledi. Şaşkındım, Anlamaya çalışıyordum ne olup bittiğini. Anlayamadığım için de korkmaya başladım. Gözlerime yaşlar hücum etti. "Ağlamamam lazım." Diyordum kendi kendime. Sesimin çıkmasına engel olabilsem de gözyaşlarımı tutamıyordum. İçin için hıçkırmaya başladım. Ne olduğunu anlamıyordum. Beni bir zabıta arabasına götürdü. Orada benden büyük iki çocuk daha duruyordu. Beni de arabaya koydu, beklemeye başladık. Az sonra amirleri geldi, kısa ve net konuştu.

  • "İzniniz olmadan böyle şeyler satamazsınız. Sizi şimdi salacağız, ama bir daha izinsiz satış yapmayın!"

Bir suç işlememiştim ki, diğerlerini bilmem ama elbette beni bırakacaklardı. Ama bana kader-kısmet kutumu vermediler. "Müsadere edildi!" diye bir söz kulağıma çarptı, hayatımda ilk defa duyuyordum, anlamını da bilmiyordum. Zabıtalar çekti gitti. Diğer iki çocuk da ucuz atlattık diyerek gittiler. Ben ise durumu kabullenemiyordum. Sessiz sessiz akan gözyaşlarımı silerken "Belediye’ye gider, kader-kısmet kutumu alırım." diye içimden geçiriyordum. Evet almalıydım. Ama akşam olmuştu. Belediye bu saatte kapanıyordu. Evin yolunu tuttum. İçimde müthiş bir öfke vardı. Eve geldim. Kızgınlığım hala geçmemişti. Babam geldi, acelesi vardı, hemen sofraya oturduk. Sofrada ona olanları hızlıca anlattım. Ne de olsa o da Belediye’de çalışıyordu. Beni teselli etti. "Üzülme oğlum, hayatta bunun gibi başına birçok şey gelecek, bunlara alış!" dedi. Ne demekti şimdi bu!

  - "Yarın Belediye’ye gidip, kader-kısmet kutumu geri alacağım" dedim. Sinirli bir şekilde masadaki bıçakla oynuyordum. Aslında ondan "Ben alırım oğlum, sen gelme" demesini bekliyordum.

  • "Alamazsın oğlum, Onlar haklı. Kanunlar böyle." Sözleri kulaklarımda çınladı.

Ben haksızlığa uğradığımı söylüyordum, babam onlar haklı diyordu. "Kanunlar çocuklar kendi harçlıklarını çıkartmak için çalışamaz!" mı diyordu? Böyle haksızlık olur mu?  Kızgınlığım öfkeye dönüşüyordu. İçimden gırtlağıma doğru bir volkan yükseliyordu. Elimdeki bıçakla oynama hareketlerim daha da hızlanmıştı. Bıçak şimdi avucumda fıldır fıldır dönüyordu. Bütün gırtlak adalelerimi gererek tıslar gibi bir sesle;

  • "Alcam işte!" dedim.

Annemin ağzından "Ayyyy!" diye bir çığlık yükseldi. Telaşla masadan kalktı. Babam elime doğru bir hamle yaptı. İçimden "Bırak beni!" demek geliyordu, ama yapamazdım, ne de olsa babamdı, ona saygım vardı. Başkaca bir şey söylemedim. Ne yapmam lazım geldiğini de bilmiyordum. İleri gitmek, geri gitmek, çekip gitmek. Elim hala babamın elindeydi. Annem telaşla geldi, elinde tentürdiyot ve sargı bezi vardı. Derinlerden bir ses duyuyordum, konuşan babamdı

  • Acıyor mu, acıyor mu? diye. O zaman sol elimde bir ılıklık hissettim. Kanıyordu. İşaret parmağımın ucu, nasıl olduysa tam ortasından diklemesine kesilmişti. Acıyı o zaman duydum. Hem de yüreğimin tam ortasında. Sanki ince bir matkap ucuyla kalbimi deliyorlardı. Hayret, acıyı parmağımın ucunda değil de yüreğimde duyuyordum! Babamın yüzüne baktım, yüzü bembeyazdı.
  • "Acımıyor" dedim cesurca, biraz da meydan okurcasına.

Babam parmağımı dikkatle tentürdiyotla siliyor, bir yandan da yarayı inceliyordu. Annemden kara merhemi istedi. Arada sormayı da ihmal etmiyordu; "Acıyor mu oğlum? diye. Ben de inatla "Hayır! Acımıyor." diyordum. Kendimi tüy gibi hissettim. Bir an babamın kollarında olduğumu fark ettim. Sonunda bayılmışım. Dümdüz, heykel gibi arkaya doğru devrilirken, babam son anda beni tutmuş, yatağa taşıyordu.

Ertesi gün hiç bu konuyu konuşmadık. Babam sabah yarama pansuman yaptı, yarayı temizledi, yeniden kara merhem sürdü ve itina ile sardı. Onu dikkatle inceliyordum. İşini bitirince;

  - "Hadi bakalım! Şimdi doğru kahvaltıya! Haftaya okullar açılıncaya kadar iyice istirahat et. Haftaya bir şeyin kalmaz." dedi. Ayağa kalktı. Bir müddet yüzüme baktı, başımı tuttu, karnının üzerine bastırdı, saçlarımı okşadı. Böylelikle kader-kısmet girişimim, On lira kazanç hedefini tutturmaya ramak kala sona erdi. Babam parayı gene almadı, gözlerimin içine bakarak; "O senin kazandığın para, o senin" dedi.

Kahvaltıdan kalkınca babam gitti, ben de tembel tembel balkona çıktım. Güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Çocuklar henüz sokağa çıkmamıştı. Oturduğum yerde bir evvelki günü düşündüm. Ancak düşünmeye fırsat bulmuştum. Zabıtadan kaçışım, tuvalete saklanmam, yakalanmam, kader-kısmetimi kaptırmam, öfkelenmem… Bunları düşündükçe yüz hatlarım geriliyordu. Neden sonra, birden yüzüm aydınlandı. Trendeki kızın yüzü gözümün önüne gelmişti. Ne kadar güzel, ne kadar huzur vericiydi.

 

 

Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: