AVRUPADA AYDINLANMA

AVRUPADA AYDINLANMA



 

Aydınlanma, bir değişimdir. 1688 İngiliz devrimi ile başlar, 1789 Fransız ihtilaline kadar olan dönemde ortaya çıkan değişimin. Tarımdan sanayiye geçişi simgeler. Feodalizmden sonra artık yeni bir toplum oluşmaktadır. Tüm Avrupa ülkelerinde olduğu kadar Kuzey Amerika'da da derin izler bırakmış, entelektüel değişim hareketinin adıdır aydınlanma. İnsan düşüncesini; topluma egemen olmuş, dini baskıdan, önyargı, dogma ve savlardan kurtararak, özgür düşüncenin önünü açan hareketin adıdır Aydınlanma. Ulrich Im Hof, bu çalışmasında Aydınlanma Çağı düşüncelerinin kökenlerini ve gelişimini tanımlıyor; düşünce, siyaset ve toplum üzerindeki etkilerini araştırıyor. Avrupa ve Amerika'da siyasal ve toplumsal hayatın yanında, Aydınlanma Çağı'nın temel düşüncelerinin içinden çıktığı üniversiteleri, akademileri, toplantı salonlarını ve okuma gruplarını anlatıyor ve bunların yayılmasını, karşılıklı etkileşimini ve etkisini inceliyor. Fransız ve Amerikan devrimleri, kökenlerini Aydınlanma'dan almıştır. Aydınlanma, günümüz düşüncesinin de temel dinamiklerini oluşturmaktadır.

Yazar hakkında:

1917’de doğdu. Basel Üniversitesi’nde okudu. 1965’ten bu yana Bonn Üniversitesi’nde İsviçre Tarihi ve Genel Tarih dersleri veriyor. Aynı zamanda Bern Üniversitesi Tarih Bölümü başkanlığı yapmaktadır. Temel araştırma alanları arasında; entelektüel tarih, XVIII. yüzyıl toplum ve kültür tarihi, dilbilim konuları bulunmaktadır.

-------------00000-------------

XVII. yüzyılda, kent nüfusunun yarıdan fazlasını halk tabakası teşkil ediyordu. Bunlar mal sahibi değildi, okuma yazma bilmezlerdi. Burjuvaların hizmetçileri ve uşakları vardı. İşçi ustalarının, sonradan usta olacak kalfalarla girişimcilerin de evlerinde iş gören ev işçileri vardı. O toplumda, evinde bir hizmetli çalıştırmak, insanlara prestij kazandırıyordu.

Kırsal kesimde ise sadece varlıklı kesimin evinde hizmetçileri, uşakları vardı. Ayrıca gündelikçiler, ırgatlar, kiracı küçük çiftçileri vardı. Çoğunlukla birden fazla ailenin bir arada yaşadığı, basit evlerde aynı çatı altında yaşarlardı. Odun, kömür toplamaya gittiklerinde, ürün toplarken bunlar yardımcı oluyordu. Zanaat işleri kırsal kesimde çok revaçta değildi. İnce zanaat kentlerde mevcuttu. Subaylar, soyluların alt sınıfını oluşturuyordu. Sanatçılar, ressam ve müzisyenler, oyuncular de halk sınıfındandı. Ama iyileri çok para kazanabiliyor, saraylarda yaşayabiliyordu.

Yoksulluk hep vardı. Yoksulluk kutsal metinlerde öngörülmekteydi. XVIII. yüzyıla kadar bu sorun Hristiyan hayırseverliği ile çözülmüştü. Reform ile sadaka düşüncesinden kurtulunmaya çalışıldı. Gerçekte sadece varlıklılar sadaka vermeliydi. Bunun için kurallar konulmak istendi. Sadakayı hak eden, etmeyenden ayrılmalıydı. Kilise, yoksullar sandığı koymalı; devlet, varlıklıların yoksullar vergisini arttırılmalıydı. Şimdi ise yoksulların eğitilerek iş sahibi olarak yoksulluktan kurtulmaları isteniyordu. Yoksulluk artık doğal karşılanmıyordu. Ancak dilenciliğin olduğu yerde gerçek yoksulluk vardır. Çünkü emek, çalışkanlık, durdurulup buharlaştırılacaktır. Dilencilik hoş görülmezdi. Kolay kazanılan, kolayca harcanır, sonuçta yoksulluk baki kalır.

İlerleyen sanayileşme ile birlikte; İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya, İskandinav ülkelerinde, el ve imalat işçilerinin oluşturduğu yeni bir tabaka ortaya çıkmıştı. Zanaat, tek başına toplumun ihtiyaçlarını karşılayamıyordu artık. Zanaatkâr sayısı kısıtlıydı. İşverenler onlara fazla para ödemek zorunda kalıyorlardı. Sermayedarlar, ürünlerini ucuza mal etmek için, üretimlerinin ustalık gerektirmeyen, temel kısmını, zanaatkârların dışındaki halka yaptırmaya başladılar. Çiftlik sahipleri de çalışanlarını zaman zaman imalatla, yani fabrika işleriyle görevlendiriyordu. Evde yapılan el işlerine giriş, çoğu kez insanlara yardım için oldu. Yoksul halk yeni kazanç kapısı buldu. El işçileri taşralı alt tabakalardan, ırgatlardan, gündelikçilerden oluşuyordu.

Henüz "Sanayi" adı geçmiyordu. Evet; üretim işleri evlerden veya evin altındaki atölyelerden merkezi yerlere çoktan taşınmıştı. İnsanlar emeklerini bir başkasına satarak, kendileri için değil, başkaları için üretim yapmaya başlamıştı. Ama şimdi bu merkezi atölyelerde insanlara makaralar, palangalar, yanında makinalar da yardımcı oluyordu. Makinalar atölyelerde o kadar çok arttı ki J.W.Goethe, sayıları giderek artan makinaların, el işçilerini işsiz bırakacağını görüyordu. Yüzyılın sonlarına doğru daha çok fabrika ortaya çıkmış, burada zorlu bir sosyal disiplin altında çalışan işçi sayısı yükselmeye başlamıştı.

XVIII. yüzyılda, el ve fabrika işçileriyle birlikte, köylülükleri son bulan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıktı. Bunların daha sonra fabrika sahibi olma ya da ilerde başka mesleklere geçme şansları vardı. Bu arada Katolik ülkelerde halkın aşağı tabakası, meyhanelerde dans edip içki içerken, Protestan ülkelerde sosyal yaşama ve neşeye daha az önem veriyorlardı. Protestanlar kibar, sakıngan, biraz da şüpheciydiler. Protestanların Fransa’dan sürülmeleri, bu bakımdan İngilizlerin, Flemenklerin, İsviçrelilerin, Almanların; Protestan kısmının çok işine yaradı.

Bu dönem Avrupa'sında, Aydınlanmanın ortaya çıkmasını destekleyecek gelişmeler yaşanıyordu. İnsanlar ortak amaçlar doğrultusunda bir araya geliyor, toplantılar yapıyor, dernekler kuruyor, akademiler ortaya çıkıyor, dergiler, kitaplar basılıyor, okuma toplulukları kuruluyor, okuma salonları faaliyete geçiyordu. İnsanlar okudukları kitaplardan öğrendikleri bilgilerle bir araya gelerek tartışıyorlardı. Aydınlanmanın ortaya çıkmasında belki de en önemli etmenlerden biri de Denis Diderot tarafından yazılmaya başlanan "Büyük Ansiklopedi"ydi. İlk cilt 1751 yılında yayınlandı. Tamamı 36 cilt olan ansiklopedi tam 29 yılda tamamlandı. Kilise bu ansiklopediyi "Şeytanın incili" diye adlandırdı.

Aydınlanma öncesi köylü kendi geçimi ve kent pazarı için üretimde bulunuyordu. Tahıl, tereyağ ve peynir, civar bölgelere de gönderilirken; peynir denizaşırı seyahat eden gemilere de satılıyordu. Bu arada tüccarlar lonca sistemini aşmış ve ele geçirmişlerdi. Mallarını beygirlere, gemilere yükleyerek Avrupa sınırlarının ötesine gönderiyorlardı. Yerel üretimi ve ticareti tekellerine almış olan lonca sistemi gücünü yitirmekteydi. Ticaretin sınırları genişliyordu. Merkantalist Colbert’çiler zamanında Fransa’da Devlet; sarayların, soyluların, ruhban sınıfının, ordunun ve burjuvaların goblen, ayna gibi lüks ihtiyaçlarını üretiyor; top ve silah döküyor, bahriyenin lüks ihtiyaçlarını karşılıyordu. Merkantalistlerden sonra gelen Fizyokratlar bu lüks üretimi bırakıp tarıma, doğaya dönülmesini istiyorlardı. Fizyokratların fikirlerinden en çok etkilenenlerden biri de Adam Smith idi. O da tekellerin ve imtiyazları eleştiriyor, doğal hukuk taraftarlarının özgürlük düşüncesinin ekonomiyle ilintili olması gerektiğini savunuyordu. Merkantalist sistem hareketsizdi, devletler arasında özel anlaşmalar yapılması gerekliydi. Yeni ekonomi kendi kendini düzenleyecek dünya çapında bir sistem olmalıydı.

Halkı unutup lüks ve safahat içinde yaşayan Katolik kilisesine tepki olarak ortaya çıkan Protestanlar, her yerde papazların eğitilmesi gerektiğine inanıyor, eğitimin daha geniş kitlelere yayılması gerektiğini düşünüyorlardı. Pazar ayinlerinde halka eğitici bilgiler aktarıyor; dini, günlük hayatın içine sokmaya çalışıyorlardı. Tüm halk Protestanlığın getirdiği yeni inanca göre yetiştirilmeliydi. Bu da tüm çocukların genel eğitimi ve öğretimi anlamın geliyordu.

Artık sanayileşme adını duyurmaya başlamıştı. Makinalar hızla üretime dâhil oluyor, işçi kesimi büyüyordu. Üniversiteler; eğitimli ilahiyatçılar, hukukçu ve hekim yetiştiriyordu. Ama sanayileşme neticesinde devletin titiz bir eğitim ve öğretim sistemiyle mühendis yetiştirmesi gerekiyordu. Çünkü her yerde teknik ilerleme vardı. Doğramacılar, inşaat ustaları, köprücüler, mimarlar uzun zamandır vardı, ama şimdi bunların matematik ve geometri tabanlı eğitilmesi gerekiyordu. Fransa’da XVII. yüzyılın başlarında, 1718de, askeri ihtiyaçlar için bir mühendislik okulu açılmıştı. 18. yüzyılın sonunda Almanya’da madencilik okulları açmaya başladı. Yüzyılın ikinci yarısında sanat okulları, maliye ve ticaret okulları devreye alındı. Ama bunlardan genel olarak kentlerde oturan aristokrat ve yüksek burjuva çocukları yararlanıyordu. Amaç halkı aydınlatmaksa o zaman kent ve taşra okulları her çocuğa açık hale getirilmeliydi. Bir başka deyişle; ileri gelenlerin çocukları, taşra çocukları ile aynı pis kokulu, havasız sınıflara sokulmalıydı. Bu ancak XIX. yüzyılda olabildi.

Çocukların yanı sıra yetişkinleri eğitmek için kırsal kesimlerde papazlardan faydalanıldı. Onlar halka bilgiler aktarıyordu. Kitap pahalıydı, ancak belirli bir kesim ulaşabilirdi. Aydınlanma halkı keşfetmiş, onu burjuvazi dünyasına yerleştirmiş, bir zümreden başka bir zümreye doğru köprüler kurmaya başlamıştı.

Adalet, bilgelik, ölçülü olmak, cesaret; bireysel erdem için belirli ilkelere uygun davranmak şart koşulmuştu. İnsan, vicdanına karşı yükümlüydü ve etik ilkelere uymalıydı. "Yaradancı"ydılar. Çoğu tanrı'ya inanmakla birlikte, belli bir dinin dogmalarını ve ilkelerini benimsemiyordu. Tanrı'nın evreni yarattıktan sonra onu, kendi yasasına göre işlemesi için kendi başına bıraktığını düşünüyorlardı. Her ne kadar kişisel bir tanrıyı tanımasalar da onlar için doğa yasaları bağlayıcılık taşıyordu. Tanrı tanımazlar, kendi iç seslerini dinliyordu. İnsanın vicdanı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söylemeliydi. "Kendi kendimle ilişki kurmayı öğrendim. Vicdanım, benim dinim oldu.  Her insanın içinde olan bencilliğimi, kendi kişiliğimde yoğunlaşarak, çıkarlarımı, vicdanımla dizginliyorum. Mütevazılığım da vicdanımı dinlemekten kaynaklanır. Başkaları aç iken lüks yaşayamam, başkalarına saygım gereği kimseye üstünlük taslayamam." diyorlardı.  

Akıl çağının basit etik kuralları vardı. Her baba iyi çocuklar yetiştirerek yurdunun iyiliğini sağlar.  Her anne düzenli ev idaresiyle ve savurganlıktan kaçınarak; gençlik, saygı ve itaatle; yaşlılar, deneyimle ve iyi örnek olarak; işverenler düzenli denetimle; hizmetkârlar sadakatle; işçiler ve zanaatkârlar emekle; asker silahla; tüccar, ucuzluk ve iyi inançlarla, bilginler yararlı bilimlerle, yazılarla, buluşlarla; din adamları dindar bir yaşamla; devlet görevlileri adaletin uygulanmasıyla, dünyayı yasalara göre yönetmekle üzerine düşeni yaparsa, toplum huzura, refaha kavuşacaktır.

Erdem ve yurtseverlik kavramları XIX. yüzyıl boyunca kötüye kullanıldı. Erdem ikiyüzlülüğe, var olan koşullara ve isteklere göre düzenlenen bir davranış biçimine dönüşebiliyordu. Yurtseverlik de körü körüne bir milliyetçiliğe bürünerek yozlaşabiliyordu.

Aydınlanma insanı; mantıklı, katı biçimde cesur, ölçülü davranan, makul, nesnel, geleneksel düşüncelerin, katı ve tutkulu inancın ve barok coşkunun etkisinde kalmayan insandı. Dürüstlük, mertlik, kuru akılcılık; madalyonun öbür yüzüydü. Birçok yönden Romalı Stoa’cılara benziyorlardı. Daha sonra ortaya çıkan Romantikler, Aydınlanmacıları; yüzeysel, basmakalıp, beylik ve akıl zırvaları olarak niteleyeceklerdi.

Mucizevi ve gizemli şeyleri ortadan kaldırmak için her şeyin matematiğe uydurulmasını isteyen Aydınlanmanın, sert ve soğuk ışığı altında, kasvetli bir ussallık egemen oldu. Genç kuşaklar bu radikal aydınlanmayı üstünkörü, derinlikten uzak, yüzeysel buluyordu. Onlara göre Aydınlanma, ruhun uyuyan gücünü harekete geçiremiyordu. Kısır ahlak konularıyla toplumu meşgul ediyorlardı. 1770-80'lerde yeniden "Okültizm-eski büyü ve simya"ya duyulan ilgi neticesinde ön-romantizm akımı gelişti. Ondan önce de 1704’de yayınlanan "Sarhoşluk Üzerine Mektup" adlı kitapta tanrısal bir uyum içindeki doğaya duyulan coşkulu hevesten bahsedilmekteydi. Bir kuşak sonra, 1740 yılında bir papaz; Edward Young, bir kilise bahçesinde; doğanın gizleri, tanrısallığı, sevgi vb düşünceler içinde geçirdiği  9 günü anlattı.

J. J. Rousseau; "Geçmiş yüzyıllar içinde, bu kadar çok kitap okunan ama insanlarının bu kadar kültürsüz olduğu bir başka çağ yoktur" diyordu. Lichtenberg de "Fazla okumak, içimizde bir tür barbarlık doğurdu." diye tepkisini dile getiriyordu. 1770lerde Alman gençliği, isyanını; "Stum and drang-Coşkunluk" hareketiyle gösterdi. Bu harekette herşey çılgın, kontrolsüz, eksantrik ve parlaktı. Aydınlanma daha önceki gibi sıkıcı, ortalama, dengeli ve saygıdeğer değildi. Gençler hem mecazi, hem sözlük anlamında sarhoşluk içinde geceler boyunca eğleniyor, eski bakire köylü kızlarının çekiciliğine övgüler yağdırıyorlardı. Tiyatrolardaki ahlaki öğütlerle dolu oyunların yerini ortaçağın şövalye ve haydut oyunlarına bırakmıştı.

Sanayileşme ile kitlesel halde üretilen mallara "Pazar" bulma kaygısı, birbirinden kopuk, her biri farklı kurallara bağlı pazarlara ulaşılmasını gerektiriyordu. Yollar tehlikelerle doluydu. Her yerde farklı bir dil konuşuluyordu. Paraları farklıydı. Küçük, küçük krallıklara bağlı bu pazarlara malların güvenle dolaşması için bu krallıkların bir çatı altında toplanması fikrini doğurdu. Bu gereklilik "Milliyetçilik-Ulus" fikrini ateşledi. Milliyetçilik, Fransız Devrimi ile gerçekliğe dönüştü, milli bütünlüğe sahip bir halk düşüncesi, romantik dönemde elle tutulur bir hal aldı. Aydınlanma düşüncesine tepki olarak ortaya çıktığını düşünenler de vardır. XVIII. yüzyıl insanı; köyünde, evinde ya da sarayda, malikânede yaşıyordu. İkameti belli bir devletin, belli bir ülkenin sınırları içinde bulunuyordu. İnsan, belli bir halkın parçasıydı. Halk sadece alt tabakayı değil, her sınıfı kapsardı. Bir kralın, imparatorun hâkimiyeti altında olan, din birliğine sahip bir ülke ya da bölge. Rus halkı, çarı ve ortodoksluğu ile, Portekiz halkı kralı ve Katolikliği ile bilinirdi. Ortak dile gereksinim yoktu. Ama devlet, tebaasını egemenliği altında topladıkça ülkeye özgü genel karakter konuları, milli ruh konuları daha sık konuşulmaya başlandı. Tek bir devletin çatısı altında, tek bir kralın himayesinde toplanmış insanları bütünüyle saran, bütünleştirici bir kavram yaratılmalıydı. Kendilerini diğer ülkelerin toprak hırsından ve dış rekabetten koruyacak krallık yönetimine ve ordusuna ihtiyaç duyuyorlardı.

Fransızlar, adada yaşadıkları için bir ulusta bütünleşme sürecini daha önce yaşamış olan İngilizleri örnek alarak, kendilerine bir vatanın evlatları gözüyle baktılar.  Bundan sonra halklardan beklenen kendilerini tek bir bütün olarak algılayıp düşünmeleriydi. Vatan sevgisi büyüyordu. Yalnızca krala sadakat yeterli değildi. Atalarıyla yekvücut olup, onlarla birlikte aynı şeyi hissetmek. Heder, "Nasıl her kurşunun bir ağırlık noktası varsa, her ulus da mutluluğunun odak noktasını kendi bağrında bulur." diyordu. O zaman kendilerini diğer uluslardan farklı kılan özelliklerini sergilemek gerekirdi. İşte dil birden, burada ortaya çıktı. Ülkelerinde din olgusu önemini yitirirken birleştirici unsur olarak dil ortaya çıktı. Toplum basamaklarında yükselmek isteyen, kendi lehçesini terk edip merkezin lehçesini kullanmak zorundaydı (İst Türkçesi, Paris, Londra vb.) Dil milliyetçiliği öncelikle yüksek tabakaya özgüydü. Ama dilin bütünleştirici olmak için halkın da aynı dili konuşması gerekirdi.

Dil dışında ulusal değerler halkın bağrında saklıydı. Edebiyatçılar, şairler halkın ayağına köylere indiler. Vatanı göklere çıkaran kahramanlık hikâyelerini eşelediler. Ne kadar geriye gidilirse, milli değerlere o kadar yakınlaşılırdı. Almanlar tarihi kimliklerini Germenlerde, Fransızlar Frank’larda, İrlanda ve İskoçyalılar Keltlerde buldular. Kısa zaman içinde her ulus efsaneye değil, gerçeğe dayalı olduğunu iddia ettiği kendi geçmişiyle ilgili bir tarihe sahip olmuştu. Hep muhteşem, iyi, kahraman, güçlü bir halk vardı ve düşmanlarını hep yeniyordu. Ulus, ölülerle canlıların birlikteliğiydi. Ulusun bu şekilde yüceltilip geçmişe dayandırılmasının, görünüşte Aydınlanma ile ilişkisi yoktu. Ama ataların erdemli insanlar, adil krallar, fedakâr savaşçılar, kendini düşünmeyen yurttaşlar olarak gösterilmesiyle tarih, Aydınlanma’nın erdem aynasında yansıtılmış oluyordu. Hem ayrıca zihinsel olarak kendi içinde bütünleşmiş bir ulus, devletin de isteğiydi. Ulus, monarşiden daha etkiliydi.

Bu haliyle ulus, Aydınlanma düşüncesi ile çelişiyor mu? Orta çağa dönüş müydü bu? Geçmişin düşmanlıkları mı canlandırılıyordu? Hangi ulustan olursa olsun, etik ve eşit felsefeyle takışmıyor mu? İnsanlık; farklı ideolojileriyle her devletin karşısına çıkarılan bir güç olmuyor mu?

Vatan sevgisi, Aydınlanmanın yurttaşlık bilinciyle kaynaştırılabilse, kozmopolitizm düşüncesi kurtulabilirdi. Yapılması gereken; Montesquieu ve diğerlerinin izini sürüp, insanları evrene yöneltmekti. İnsanın ilk alanı, ailesi, köyü, kenti, yurdu olurdu. En küçük bölgedeki bu yurttaşlık bilincinin sınırlarını ulus belirler, ulus da böylece dar kapsamlı varlıkların aşılmasını kolaylaştıran pek çok enerji kaynağını harekete geçirirdi. Ne var ki, ulusa da tüm insanlığın bir parçası olarak bakmak gerekir. Bir ulus ancak kendi kendine hümanizmanın yol göstermesine izin verdiğinde güvenilirlik kazanırdı. Aydın insanın yalnızca kendi yurttaşlarını tanıması yeterli değildir. Aydınlanmacı yurtseverin amaçları bunlar olmalıydı. Gerçek yurtseverlik, saf insan sevgisinden başka bir şey değildir. Tek bir ülkenin ya da ulusun sınırları içine hapsedilemez.

Fransız devriminin sarsıntılarının, Napolyon emperyalizmine dönüşmesiyle, Aydınlanma çağı sona ermiş görünüyordu. Ama dini görüş serbestisi, insan hakları, insanın kendi kararlarını verme hakkı, eleştirel düşünme hakkı geri alınamazdı. Ama bazı düzeltmeler de oldu; tek yönlü olan mantık tutkusu, sürekli ilerlemeye olan saf inanç. İki dünya savaşı, faşizm; sonunda, yarattığı ürküntüyle uyanışı getirdi. Aydınlanma hala modern dünyanın dinamik bir öğesi ve karanlık dönemlerde insanlığa bir çağrı olarak orada duruyor.

Özgür, araştırıcı bilgilenme, Aydınlanma’nın kendine seçtiği hedefti. Montesque’nin otobiyografisinin son üç cümlesi aydınlanma etiği üzerine kişisel itiraftır. "

"Kişisel olarak bana yararlı, ancak aileme zararlı olacak bir şeyle tanışırsam, bunu hemen uzaklaştırırım. Aileme yararlı, vatanıma zararlı bir şeyle karşılaşırsam onu unutmaya çalışırım. Ülkeme yararlı ama Avrupa’ya zararlı bir şeyse buna kesinlikle cinayet gözüyle bakarım."

 

ULRICH IM HOF, çev: Şebnem Sunar editör Özden Arıkan, AFA Yayıncılık, 1995, İstanbul

 

Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: