ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA

ÇİVİSİ ÇIKMIŞ DÜNYA



Yaşamın ve uygarlığın devamlılığı için herkesi hoş görülü olmaya davet eden kitapta yazar, fikirlerini "Medeniyetler çatışması" üzerinden aktarıyor. Emperyalist güçlerin Ortadoğu halklarını nasıl kullandığını örneklerle anlatan kitap, Enver Sedat'tan Saddam Hüseyin'e kadar yakın tarihi ele alarak Batı Dünyasını eleştirdiği gibi Arap-İslam aleminin İslamcı politikalarını da eleştiriyor. Kitabın satır aralarında; Avrupa Birliği ve Amerikan politikaları, XX. yüzyıl Arap siyasi tarihi, Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye'sinden de bahsediliyor. Kitap, ülkemiz ve çevremizdeki ülkelerin, kimler için hangi amaçlarla, hangi toplumsal psikolojiyle hareket ettiğini, Ortadoğu’nun Avrupalı ülkeler tarafından nasıl biçimlendirilmek istendiğini anlatıyor.

Yazar hakkında

Lübnan doğumlu Amin Maalouf (1949-   ), Doğu’yu bilen, Batı’yla yaşayan bir gazeteci yazardır. Lübnan iç savaşın çıktığı 1975'e kadar Lübnan'da gazetecilik yaptı. Sonrasında Fransa'ya yerleşti. Genellikle roman tarzında yazdığı kitaplarında Orta Doğu ve Akdeniz çevresi kültürlerini sosyolojik olarak başarıyla işler. Tanios Kayası romanı ile Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü kazandı.

-----------oooOOOooo-----------

Aydınlanma yanlıları, özgürlüğün dünyanın tamamına yayılmakta olduğuna inanıyordu. Şimdi, özgürlüğe yer olmayan bir dünya şekilleniyor. Fanatizm, şiddet, dışlama, umutsuzluk…Uygarlığımız tarihte eşine rastlanmayan tehlikelerle karşı karşıya. Bunlar küresel çözümler gerektiriyor. Çözüm bulamazsak, uygarlığımızı güzel kılan şeylerden geriye bir şey kalmayacak.

Berlin duvarının yıkılmasıyla Batı ile SSCB arasındaki gerginlik sona ermiş, insanlığı tehdit eden nükleer savaş tehlikesi ortadan kalkmıştı. Ülkeler arası duvarların kalkacağına, demokrasinin yayılacağına, insanların, imgelerin,  malların, düşüncelerin; bir engelle karşılaşmadan bütün dünyada serbestçe dolaşabileceğine inanıyorduk. Soğuk Savaş’ın bitmesi, nükleer felaket olasılığının ve Doğu-Batı blokları arasındaki gerilimin sona ermesi, geçen yüzyılın belirleyici bir dönüm noktasıydı. Bu durum bütün dünyada bir "Umut rüzgârı" estirmişti. Demokrasi yavaş yavaş yaygınlaşacak, bütün dünyaya yayılacak; ülkeler arasında duvarlar kalkacak ve insanlar, mallar, düşünceler engellerle karşılaşmaksızın dolaşabilecek, böylece gelişme ve refah çağı başlayacaktı.

AB için SSCB’nin parçalanması zaferdi. Avrupa’da yaşayanların önünde daha önce iki yol varken, şimdi biri tıkanmıştı. Eski Doğu Avrupa ülkelerinin hepsi birliğe girmek için başvurdu. Onca insan, gözü kamaşmış bir şekilde; hayran, hayran AB’ye, bu yeryüzü cennetine doğru ilerlerken Avrupa şaşırıverdi. AB’ye daha kimi alacaktı? Kimi dışlayacaktı? Ne amaçla? AB şimdi kimliğini, sınırlarını, gelecekteki kurumlarını daha çok sorguluyor. AB, ABD’deki gibi; onu oluşturan ulusların yurtseverliklerini aşan, bir kıta Avrupası yurtseverliğinin hayat verdiği, sadece ekonomik ve diplomatik değil, siyasi ve ekonomik açıdan da dünya çapında bir güç konumunda görülen bir federasyon mu olmalı, yoksa Kendi egemenliklerinin üzerine titreyen, uluslar arasındaki esnek bir ortaklıkla mı yetinmeli? Oysa SSCB varken bu ikilemler mevcut değildi. Bu sorunun cevabı sadece Avrupalıları değil, tüm insanlığı etkilemektedir. Çünkü bu durum tüm insanlığı etkisi altına alan "Kaybolma, yönünü şaşırma, çığırından çıkma" hallerinin göstergesidir.

Öte yandan en az Avrupa için endişeleniyorum. Çünkü insanlığın yüzleşmek zorunda olduğu şiddetin derecesini ötekilerden daha iyi ölçüyor. Çözüm getirebilmek için karşılaşacağı meydan okumalarla mücadele edebilecek insanlara ve mercilere sahip. Birleştirici bir tasarının ve güçlü etik kaygıların taşıyıcısı. Başka yerlerde bu yok. Avrupa İslam'ı, bir kuyuya gömüldükçe gömülüyor. Herkese, kendisine bile öfke duyuyor. Afrika ülkeleri kaçakçılık, rüşvet, iç savaş, salgın hastalıklar, yoz kurumlar, toplumsal dokunun parçalanması, umutsuzluk, işsizlikle boğuşuyor. SSCB’de halk hala korkuyor, kendilerini eskiyle karşılaştırıp "İyi mi yaptık, kötü mü?" diye hala sorguluyor, ABD en önemli rakibini tükettikten sonra yolunu şaşırdı, tek başına dünyaya hükmetmeye kalkıştı. Çin, izleyeceği; "Toplumsal ve ulusal bütünlüğünü koruyarak ekonomik gelişimini sürdürmek" diye belirlenmiş bir yolda yürüse de gelecekte kendine düşecek siyasal ve askeri rol belirsizliklerle dolu. Araplar, "Değerlerini yitirdiklerini ve bir daha elde edemeyeceklerini" düşünüyor.

Dünyanın içine düştüğü bu açmazlar; bir başarısızlığın önünde yaşanan beklenmedik mutluluğun, başarının da bir belaya dönüşebileceğini bize çok iyi anlatır. Batının, kendi üstünlüğünü bu zaferden sonra pekiştirmesi beklenirken, aksine; gerilemesini hızlandırdığına şahit oluyoruz. Kapitalizmin zaferi, ona tarihinin en beter bunalımını yaşatıyor. "Korku dengesi", sonunda "Korkudan bir türlü kurtulamayan bir dünya" yarattı. Anti-demokratik ve baskıcı bir Sovyet rejiminin çöküşü, dünyada demokrasi tartışmalarını geriletti. Daha önce bölünmelerin ideolojik olduğu ve tartışmaların hiç eksik olmadığı bir dünyadan, şimdi bölünmelerin kimlik olduğu ve tartışmaya yer olmayan bir dünyaya geçtik. Herkes, ötekiler karşısında kendi aidiyetlerini haykırıyor, kendinden olmayanları dışlıyor. Soğuk savaş döneminde var olan güçler dengesi yok oldu, Amerikalılar bu özgürlüğü, gücü doğru kullanmakta zorlanıyor. Bugünün rakiplerinin ortak değerleri az.

Amerikalılar, zor bir görev üstlendi. Dünyanın demokrasi bekçiliğini yapıyorlar. Demokrasi istemeyen toplumlara, demokrasiyi dayatıyorlar. Halklar "İşgalci - kurtarıcı arasındaki farkı gayet iyi anlar. Batılılar egemenlikleri altına aldıkları halklara, kendi ülkelerinde davrandıkları gibi davranmıyorlar. Oysa insan hakları evrenseldir, Avusturya'da başka, Mozambik'te başka değildir. Bu durum onların veya onları temsil eden iktidarların meşruiyetine gölge düşürüyor. Dünyadaki hükümetlerin çoğunda meşruiyet sorunu var. Dünya nüfusunun en çok yüzde 5'i ABD'de yaşıyor. ABD halkının oyları, dünyanın geleceği üzerinde kalan yüzde 95'ten daha fazla söz sahibi.

Siyasette, dinin kendisi bir amaç değildir. Meşruiyet en inançlı olana değil, mücadelesi halkınkiyle aynı olana verilir. İnsanların bu yüzyılda dinle yollarını yitirebilecekleri biliniyor, Ama din olmazsa yollarını yitirebilecekleri de biliniyor. Herkesi birlikte hareket etmeye seferber edici bir insanlık idealine ihtiyacımız var.

Afganistan'da, İran'da Atatürk modelini izleme çabaları meşruiyet eksikliği nedeniyle sonuç veremedi. Araplarda "Değerini yitirmişlik ve bunu tekrar elde edememe" kaygısı, kendinden ve diğerlerinden nefret etmelerine sebep oldu. Bu nefret; Hizbullah'ı ortaya çıkardı.

Marksizm yandaşları her yerde fısır fısır felsefi düşüncelerin, toplumsal düzenin tartışmasını yaparken, Marksizm yıkıldı.  Bu tartışmalar bitti. Onca insan ütopyalarından vazgeçip bir topluluğun güven verici kanatları altına girdi. Tanrıtanımaz Marksizm, yıkılmasıyla kökünü kazımaya çalıştığı inanç ve dayanışmalara yeniden ve daha da fazla değer kazandırdı. Tartışmalar ideolojiden kimliğe kayınca, uzun zaman azınlıkta kalan ve baskı altında tutulan köktendincilik ağırlık kazandı. Bu değişim 1979’da Ayetullah Humeyni’nin başa geçmesiyle başlamıştı, soğuk savaşın bitmesiyle yoğunlaştı.

SSCB varken, İslamcı kesim, kapitalizmden daha fazla komünizme karşı düşmanlık sergiliyordu. Komünizm,  dine karşıydı. Buna karşın İslamcıların yerel rakipleri, özellikle Arap ulusalcılarının çoğu sol parti idi. Aynı zamanda SSCB’nin müttefiki veya müşterisi halindeydiler. Onların sonu olacak bu tutum, geçmişlerinin dayattığı bir taraf tutuştu.

Arap-İslam âlemine uzun zamandır Avrupa ülkeleri hükmetmekte ve kaynaklarını denetim altında tutmaktaydılar. Dolayısıyla onların hegemonyasına girmeden Avrupalılaşamazlar. Ne zaman bir bağımsızlık savaşı verseler, ne zaman kaynaklarını denetim altına almaya kalksalar, karşılarında batılı büyük şirketleri, özellikle petrol şirketlerini buluyorlardı. Avrupa'nın doğusunda "Hızlandırılmış sanayi" diyen, "Halkların dostluğu" sloganını kullanan ve sömürge güçlere sıkı bir direniş gösteren bir üçüncü dünya topluluğu ortaya çıkınca, birçokları bu ikilemin çözümünü burada gördü.

Orta Doğu'daki bağımsızlık savaşı sırasında 3. dünya bloku Arap-İslam aleminin açmazına bir çözüm gibi görünüyordu. Ama Arap-İslam âlemi; ulusal özgürlük,  demokrasi, gelişme, modernlik yerine sadece bela gördü. Bu yandaşlıkta SSCB’nin; enternasyonalist söylemi, askeri güç, uzay başarıları gibi güçlü yönlerinden hiçbir şey alamamışlardı. Ama onun; güvenlik güçlerinin şiddeti, yabancı düşmanlığı, etkisiz ekonomik yöntemler, iktidar savaşları olumsuzluklarını almışlardı.

Arap-İslam âlemi’nde, modernlik yanlısı, laik insanlar, batıya karşı mücadele ettiler. Çıkışı olmayan bir yolda yollarını şaşırdılar. Batı da bazen dinsel kesimlerinin baskısıyla onlarla savaştı. Ama ne olursa olsun, soğuk savaşın sonunda İslamcılar, kazananların arasında yer aldı. İslamcıların gündelik yaşam üzerindeki etkisi arttı. Nüfusun büyük çoğunluğu İslamcılar arasında yer almaya başladı. Bağımsızlık savaşı hareketlerinde; solun geleneksel anlamda sözcüsü olduğu bütün toplumsal ve ulusal istemleri benimsedikleri oranda, toplum üzerindeki hakimiyetleri güçlendi. Dinsel kuralların muhafazakâr bir şekilde uygulanması üzerine dayanan İslamcı kuram, siyasal açıdan köktenci, daha eşitlikçi, daha üçüncü dünyacı, daha devrimci, daha ulusçu oldu. Batıya ve onun yandaşlarına tavır sergiledi.

Ne yapmak lazım? Dünyanın geleceği için, Batı uygarlığının evrensel değerlerini herkes benimsemeli. Batı da diğerlerini dışlamamalı. Gittikleri ülkelerde göçmenlere, kültürlerine, inançlarına saygı gösterilmeli. Göçmen de geldiği, ekmeğini yediği ülkenin kültürüne, özünü yitirmeden uyum sağlamalıdır. Bu yüzyılda "Yabancı" yok, "Yol arkadaşı" var. Davranışlarımızı değiştirelim. Küresel ısınmanın ciddi bir tehdit halini aldığı dünyada doğayla uyumlu yaşamaya özen gösterelim. Maddi zenginlikleri değil, kültürel zenginlikleri artırmaya çalışalım.  

Birbirimizi kültürümüzle tanırsak gerçekten anlayabiliriz. Farklı kültürleri anlamak için diğerlerinin edebiyatlarına eğilelim. Arap Amerikalıyı, Batılı Iraklıyı edebiyatından tanıyıp bilirse, düşmanlıkları ortadan kalkar. Herkes bir başkasının diline ve edebiyatına eğilirse, dünyayı sımsıkı saracak bir kültür dokusunu yaratabiliriz.

ABD ve Batı’nın da bazı konularda değişmeyi kabul etmeleri gerekiyor. Avrupa Birliği, göçmenlere kucak açan, kültürel ve dilsel çeşitliliğe sahip çıkan, "Hıristiyan, beyaz ve zengin kulübü" olma eğiliminden demokratik bir birlik olmalı. ABD yeni bir düzen yaratmaktaki öncülüğünü, sadece ekonomik değil, mali, stratejik, etik ve iklim konusunda yeni bir düzen kurulmasını hedefleyecek bir anlayışı bütün dünyaya yerleştirmeli. Süper güç ABD, bunu sağlayabilmek için dünya çapındaki meşruiyetini yeniden kazanmalı. Meşruiyetini yeniden kazanması, dünyanın geri kalan halklarına saygıyla ve demokratik ilkeler dahilinde davranmasına bağlı. Böyle yaparsa, "…işte o zaman dünya üstündeki en büyük güç" olma rolü kabul görür ve alkışlanır..

Lami Yağcılarlıoğlu

Amin  Maalouf, Çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, 2009

Bu İçeriği Paylaş

Benzer Yazılar: